27 Aralık 2011 Salı

bizim evin elemanları...

bazen...
mesela akşam yemeğinde pembe bir fare yiyebilirim, pamuk şeker niyetine...

yada rengarenk bir tavşan mesela, gökkuşağı görmek istediğin vakit, gayet de yeterli olabilir...

yada biz hepimiz, renkli tavşan, pembe fare, mercimek ve ben...
elele tutuşup hikaye anlatabiliriz birbirimize...
bir masal olur hayat, bizde masalın etkili elemanları...

not: dünkü yazımdan sonra... teşekkürler gelen maillere, mesajlara, telefonlara...
iyiyim ben çok şükür...
valla bak :)

26 Aralık 2011 Pazartesi

yaraya parmak kukla basmak...

ödevi vardı... eski eldivenimizden parmak kuklalar yapıp, hikaye oluşturacakmışız...
herkesin anladığı ve yapacağı şey basit aslında değil mi? keser biçer dikersin...
ama hassas bir dönemden geçen bizim için, durum, görünenden biraz daha farklı...
önce bir eldiven seçtik... küçük ellerinin bir zamanlar daha da küçük olduğunu görüp şaşırdım... bu "benim" burulduğum kısımdı... daha da küçüktü, minicikti, elimin içinde o zamanlar daha da kaybolurdu elleri... tırnaklarını kesemezdim bile, incitirim diye... (yavaş yavaş birikiyor gözümde yaşlar, bu anda)

sonra O, eldiveni taktı eline... ben bununla bahçemizde kardan adam yapıp, burnunu sıkmıştım dimi? üşüyünce mi takmıştım bunu? nede minikmişim, o zaman da mı seviyormuşum pembe rengini? bebektim ben dimi anne? konuşamıyordum dimi? ...

sorduğu sorular, yol yaptı gözümde duran yaşlara, artık darmadağınığım...
çünkü ikimizde biliyoruz, aslında sorguladığı, bir zamanlar bebek oluşu değil, o eldiveni taktığında, o kardanadamı yaptığında, üşüdüğünde yanında kimlerin olduğu!!! nerde olduğu!!!

biz böyleyiz... geçmişimize, anılarımıza, eşyalarımıza delice bir bağlılığımız var... bundandır işte, boşandığımı kabul edip, değişen hayatımı inkar etmem.. bundandır onunda, babasıyla aynı evde yaşamadığımızı kabul edip, eski evimizi özlemesi yine de...

biz bir hayat veriyoruz, kullandığımız eşyalara... bir ömür yüklüyoruz sevdiğimiz insanlara...
keşke anlatabilsem ona, okuyabilsem Can Yücel'in şiirini...
desem ki ona;
"Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. “O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, Senin o’nu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. Senin değillermiş gibi davranacaksın. Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. Çok eşyan olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. “O benim.” diyeceksin. Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya ya da pembeye Ya da cennete ait olacaksın. Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…"

biliyorum aklından geçenleri, çünkü, o yüzünü benim omzuma gömüp ağlamasını da biliyor... işi şımarıklığa vurmadan neyse o an yaşadığı duygu, dibine kadar yaşayarak...
"bu eldiveni kullanmak istemiyorum, çünkü bu bana bebekliğimi hatırlatıyor" dediğinde, bıraktık ödevi falan...
önce ağladık...
sonra dışarı çıkıp, yeni bir eldiven, bizim için hiçbir anısı olmayan kırmızı bir eldiven aldık...
sonra ona hikaye yazdık...
yok merak etme öyle yürek burkan bir hikaye değil...
gayet eğlenceli...
yaşadık biz o örselenmeyi... geçti gitti...
artık daha iyiyiz :)
not : ödev yapmaktan nefret ediyorum :)

18 Aralık 2011 Pazar

ben de...

bende özledim çocuk, eski hayatımı...
eski evimi, komşularımı ve hatta anılarımı...
sadece senin içinde değil o kopan fırtınalar, bende artık başka biri gibiyim hayata karşı...
dedin ki, o evdeki odam küçüktü ama özledim ben o evde yaptığımız herşeyi...
diyorum ki, o ev daha küçüktü evet ama yaşattıkları büyüktü... alışacaksın çocuk, benim gibi sende biraz hırpalanarak alışacaksın.
kolay değildi bu kararı almak, uygulamak, sonra getirilerini yaşamak... ama işte, özür dilerim senden...
herbir eşyaya tek tek veda edip, duvarları öpüp bırakmak ardımda, su içtiğim bardağı, kahvaltımı yaptığım
köşeyi, hani o evlendiğimde hediye gelen bibloyu bırakmak incitmedi mi sanıyorsun beni.. kanadım... yere düşen başarısızlıklarım battı ayağıma o evi terk ederken... acıya acıya gittim bende...
şimdi ne zaman silkinip kendime gelmeye kalksam, bir cümlen ile paramparça oluyor ve evrene dağılan milyonlarca parçamı bulup buluşturarak ayağa kalkmaya çalışıyorum...
bacaklar değilmiş insanı taşıyan... kalpmiş, anılarmış, geçmişiymiş...
ve ben temeli olmayan bir ev gibiyim şimdi, geçmişimi ardımda bırakarak, yeni bir sayfa açtığım hayatımda tutunmaya çalışan...
bu da geçecek elbet.. kim yenilmiş ki hayata...
tutunacağım bir dalım olarak sen varsın şimdi,
tutunacağın bir dalın olarak ben varım şimdi..
gel hayatıma, elimi tut ve hiç bırakma...
biz çok güçlüyüz seninle...
hak etmedin tabi doğumgününde böylesi bir yazıyı ama en güçlü sıçramanı yapacağın gün bugün...
ilk 5 yılın geçti ömründen...
ömrüne ömürler eklensin sağlıkla, huzurla yaşa..
hep yanımda, hep yanyana kalalım...
söz ver...
ve o birkaç senelik ritüelimiz ile yine kutluyorum yeni yaşını...
bir bebek doğduğunda bir anne de doğarmış...
5 sene önce bugün doğduk biz...
sen, o günden beri hayatımın aitlik eki,
en uzun olmasını istediğim cümlemin yüklemi,
en anlamlı sıfatımsın...
gelişinle aydınlattığın dünyam, göz kamaştırıcı...
iyiki doğdun mercimeğim...

sevgiyle...

17 Ekim 2011 Pazartesi

çok karakterli kişilik bölünmesi...

Başkalarının yanında prenses, benimleyken zehirli elmasını ağzıma tıkmaya çalışan bir cadı.
dışarıdayken doğrucu davut, benimle "ama ben bilmiyorum, küçücüküm daha".
orda mülayim, burda isyankar,
seninle şah, benimle şahbaz...
bi sevgi kelebeği, bi dilli düdük...
bu aralar birlikteyken kendimi sürekli bir konuda onu uyarırken yakalıyorum. konuşma tarzı, davranışları, giyim kuşamı...vs. kafasını çocuğuna takmış anneler gibiyim, benim kızda erken ergenlik yaşayan tribal enfeksiyon!
damarıma basmaktan zevk alır bir hali var. sürekli ses yükseliyor, cümleler hep "ama ama ama"larla başlıyor. kapılar çarpılıyor, odaya kapanmalar... kendini suçluyor sürekli,
-ben herşeyi unutuyorum, kötü bir çocuk oldum, artık beni sevmiyecekmisin?.. vs.
yahu madem böyle kaygılar taşıyorsun, ne diye bağırıp çağırıyorsun çocuk anlamadım ki...
onu sevmeyeceğimden korkuyor ama canıma da okuyor...
bu aralar biz iki ileri bir geriyiz...
oysa eğlenelim diye benim bütün maymunluklarım...
bu bıyıkları bile ofiste hazırlarken, arkadaşlarım gülüyorlardı, suratına bakılırsa bunları kendine hazırlıyorsun sen, diye... ama gel gör ki... hanımı ikna etmek çok zamanımı aldı.
önce bir "hayır"ımız var herşeye, sonra paşa paşa kabul ediyoruz. hatta benim sırıtıp poz verdiğimi görünce kedi gibi yanaşıyor yanıma tırım tırım...
o zaman yine iniyor yelkenler suya bende ama ne gerek var bunca tantanaya...
bu dönemde böyle geçsin bakalım,
keyifli haftalar dilerim..

4 Ekim 2011 Salı

bu not kendime... unutmamam için...

noluyor biliyormusun bazen...
sen bir dünya düşlüyorsun, içine boncuklar, pembeler, bahçeli bir ev, bazı gözyaşları... vs. bir sürü hayal-istek-umut ekiyorsun...
sonra...
biri gelip öyle bir cümle ile yıkıyorki hepsini, hiçbir geri dönme isteği kabul ettiremez oluyor...
bazen...
yinede diyorsun...
hayattan payıma düşeni yaptım, yaşadım, yaşattım, darısı başına...
bazen eyvallah'ı bilmek gerekiyor...
demem o ki blog...
kendinden vazgeçmeyeceksin... kaybetmeyeceksin...
çünkü hayalini sadece kendine göre kurarsan, istediğin zaman yapıp tekrar yıkarsın...
çünkü bitişlerin bile alkışlanmalı senin... öyle bir bitirmelisinki, ardından söylenecek tek söz sadece hayranlık içermeli...
severken olduğun gibi yürekli olmalısın, giderkende...
bitirirken diyorum hayalini yani,
sadece tebessüm kalmalı dudakta, yaşadım çok şükür dedirten...
nasıl der cemaat;
"iyi bilirdik"...
sende iyi bil, boşver...

28 Eylül 2011 Çarşamba

gel hele iki muhabbet edek deli fişek...

Uzun zamandır bir istek var bizimkinde, coşku balonu istiyormuş...

en uyuz olduğum istektir balon... ne anlamsız bir oyuncak, malzeme, birşey işte ne dersen de, gereksiz bişi... patlamasa bile bir süre sonra söner kendi kendine... kımıl bişi...

kulak ardı ediyordum hep...

bugün okuldan dönerken, arabada bir kıyamet koptu,

-işteee, annee bak coşku balonu var orda, hadi dur hemen gidip alalım...

hani nerde, dememe kalmadan, elimde kızımın eli, dükkanın önündeyiz ve ben hala düşünüyorum, acaba nasıl bişi çıkacak şu coşku balonu, diye...

al buyur, buymuş...
Hani üzerinde oturup zıplıyorsun ya, o zaman insan çok coşkulu oluyormuş, bu nedenle ismi coşku balonuymuş...
Verdik kıza coşkuyu... Ter içinde kaldı yatana kadar balonun tepesinde zıpladı durdu...

Keyifli günler efenim...

27 Eylül 2011 Salı

neden???

Bazı soruları öyle anlamsız oluyorki cevap verirken hem sıkılıyor, hem sinirlenebiliyorum. Ve bazen de cevapları bilemiyorum...
Neden bir beyaz kedimiz yok?

Neden ıslık çalamıyorum?

Neden bazı sözleri, isimleri unutuyorum?
....
Bir kitabımız vardı, sanırım zor zamanlar için alıp saklamışım :)
Verdiği cevaplar olması gerekenler değil tabi ama öyle eğlenceli oldu ki, sanırım biraz olsun nefes alabildim...
Neden ağaçların yaprakları vardır?
-eeee çünkü elma yetişmesi lazım. Yapraksız ağaçta elma olur mu hiç. Böyle çıplak çıplak...
Neden penguenler uçamaz?
-neden uçsunlarki, onlar buzda yaşarlar. uçmaları çok saçma.
Neden zürafaların boynu uzundur?
-bazı kişilerin boylarının uzun olması gerek çünkü...
Neden bazı yapraklar sonbaharda dökülür?
-yere düşmek isterler...
:) :)
Doğru cevapları anlayabileceği şekilde okudum ama uyku öncesi biraz yoran bir sohbet oldu O'nun için farkındayım.
Fakaaattt. bir cümle vardı ki... Belki tüm neden-lere, nasıl-lara değen...
-Hadi annecim, melekler korusun seni, dedim...
-O ne demek, dedi...
-Hani bazen düşecek gibi olursun ayağın bir yere takılır ama sonra hemen toplarsın kendini, düşmezsin ya, işte o zaman seni melekler korumuş olur, dedim...
-Ama bazen de düşüyorum, o zaman korumaktan vaz mı geçmiş oluyorlar, dedi...
-(zor bir soruydu, ters köşe oldu) O zaman başka çocukları koruyorlar, hem sen bazı zamanlarda kendini koruyabilirsin, dedim..
-Sen melek misin peki, dedi... Hep beni koruyorsun ya!, dedi... (bana dedi bana, hahayttt, meleğim ben)
Sanırım, bir daha duyacağım hiçbir cümle beni bu kadar mutlu edemeyecek!

Not: Neden? - İş Bankası Yayınları, 8-11 yaş.

25 Eylül 2011 Pazar

hamur biçimlendi, ben dağıldım.

Anladım ki, derdimiz aktivite değil...


Biz bunları yaparken, aramızda geçen konuşmalardan keyif alıyoruz.

Ne cümleler çıkıyor gün yüzüne, ne "derin"den gelen sorular, düşündürüyor, can yakıyor bile bazen...


Aşk...

Birbirini çok ve hep sevmekmiş mesela, O'na göre... Nagihan ve Bulut gibi sonunda evlenirmişsin (kardeşim ve güzel eşinden bahsediyoruz)

O aşık olmak istiyormuş ama henüz olmamış, aşık olduğunu nasıl anlayacağı konusu ise,;

O'nu düşünürken kalbin hızlı hızlı atıyorsa, sen o kişiye herkesten farklı şeyler hissediyorsundur demem üzerine,

kalbim salıncakta sallanırken attığı gibi atarsa heralde aşk demektir, dimi dedi...

Kıkır kıkır gülüyoruz şimdi, lise arkadaşlarıma beğendiğim çocuğu okulun civarında gördüğüm anı anlatmam gibi, olmayan bişi için teoriler üretiyoruz.


Sonra...

Sen babanı özlüyormusun, dedi... Kağıt kesiği gibi sızladı içim...

Aşk kadar gerçek olan bir olguyu, ölümü anlatmak zordu işte.

Biri alıp göklere çıkarırken seni, biride yerlere çalıyordu acısıyla...

Anlattım... ama aşk kadar kolay olmadı tabi...

Sonra susadı ve kalktı masadan...

Ben kaldım öylece, yüreğimde esmeyen bir aşk ile içimden hala gitmemiş olan bir acıya harmanladım kendimi...

Seramik hamuru idi elimizde oynadığımız...

ama aslında avucumda sıkıp bıraktığım kalbimdi...


sonra, hamurları kuruması için bıraktık, unuttuk herşeyi ve dışarı çıktık...

Not: iyi değiliz biz bu seramik hamuru konusunda ama işte, maksat elimiz alışsın :)

Keyifli haftalar dilerim...

24 Eylül 2011 Cumartesi

senin uyduruk dünyanda yaşamak...

Dedi ki;

-aahhh pardon annecim, masamın üzerindeki kitabı görmemişimde, biliyorsun ben biraz görmezkenim...

görmezken??? bakar kör gibi bişi mi acaba?


Geçen gün okuldan almaya gittiğimde, sınıftan dev gibi cüssesiyle beden eğitimi öğretmeninin çıktığını gördüm. Sordum, kimdi o sınıftan çıkan, diye...

-matematik öğretmeni, dedi...

-(şaşırarak) ne öğretecekmiş size?

-işte bir takım hareketler, böyle atlamalı, zıplamalı...

-ama matematik öğretmeni bunları öğretmezki, bence karıştırıyor olabilirsin (olayın nereye varacağını merak ediyorum)

-yaa işte kollarımızı böyle iki yana açınca artı (+) işareti gibi, böyle yanlardan yukarı gibi kaldırınca çarpı (x) işareti gibi oluyoruz ya, matematiksel yani.

- :) :) :) :)


Elinde oyuncak tavşanını tutar ve;

-anneee, bugün Figaro çok üzgün... baksana yüzüne, ne kadar belli havucunun bittiği...

:) :) :) :) :)



unutmamak için hemen yazmam gerekiyor bunları ama maalesef zihnimin tembelliğinin önüne geçemeyip, atladığım, öyle komik diyaloglar yaşıyoruzki... en alakasız zamanlarda aklıma geliyor ve yine not almıyorum. ve sonra yine hatırlıyorum... ve sonra yine unutuyorum.... kısır döngü...


ama bildiğim bir şey var ki....

Bu kızla hayat çok eğlenceli...

22 Eylül 2011 Perşembe

mutsuz olmana fırsat vermemek için :)

yine dün akşam söylendi,


"ama haksızlık bu, 5 gün okul, 2 gün tatil. 5, 2'den çok daha büyük. 4 gün okul, 3 gün tatil olsun"

diye...

kimi zaman hak veriyorum... ama daha ders bile yapmadıkları anasınıfında böyle söyleniyor olması canımı sıkmıyor da değil...

maymuna dönüyorum sabahları onu mutlu uyandırmak için.

bazen elime aldığım kağıt havlu rulosunu borazan gibi çalıp saçma sapan şarkılar söylüyor, bazen telefonumda en sevdiği şarkıyı açıyorum. ve bazen de kamerada kendi şarkılarını söylerken çektiğimiz kayıtları... her sabah ayrı bir şenlik... ama mutlaka müzik!

bu sabah...

kasvetli bir hava vardı dışarıda. gece yağan yağmur güneşi gizlemiş, yerlerde ıslaklık. tam battaniyenin altına girip uyuma havası.

ama yermiyim ben bunları...

mercimeği yataktan heyecanla kaldıracak iki afacan vardı mutfakta söylene söylene bekleyen...

bu sabah onlar seslendi cıvıl cıvıl sesleriyle...

meraklı meraklı mutfağa gelişini görmeliydin...


ikinci bir sürpriz günün bonusu idi... kırmızı saç bandı...

akşam ellerimden çıktı, sıcağıyla takıldı mercimeğin saçlarına ve doooğru okula..


bugün ondan mutlusu olmamalı dünyada...

21 Eylül 2011 Çarşamba

içime çektim bir teneffüs saatini...

Derin'i okuldan almaya gittiğimde, anasınıfı dışındaki tüm öğrenciler son teneffüste oluyorlar.
Bahçede bir dünya deli çocuk... Avaz avaz...
1.sınıflar ordan oraya şuursuzca koştururken, daha büyükler ya basketbol potasının altına toplaşıyor ya futbol sahasına doluşuyorlar. Kızlar voleybol filesinde bir yandan saçlarını düzeltirken, topu karşılama gayretinde, bir yandan dersten kalan dedikoduları bir çırpıda anlatıveriyorlar birbirlerine...
Öyle heyecanlılar ki yanımdan koşup giderlerken kalp atışlarını duyabiliyorum nerdeyse.
10 dakika sadece...
Dünya üzerindeki tüm oyunları o kısacık zaman dilimine sığdırma gayretindeler.
Sonra hemen çalıveriyor zil...
10 saniyede yok oluyor hepsi...
Bahçede kalan sessiz bir çocuk çığlığı ...
belki bir toka düşmüş oluyor, biri son kez potaya fırlattığı topu almadan kaçıveriyor sınıfa...
ıssız kalıyor file, banklar...
öyle dolu gidiyorlar ki sınıfa, kıkır kıkır, eminim son ders ziline bırakıyorlar o ağızlarında yarım kalan "oğlum öyle şut çekilir mi" cümlesini...
Bitmiyor o ders, çıkışta bir kız, sınıfa girmeden saçını çeken çocuğu babasına şikayet etmenin planını yapacaktır, bazısı ertesi güne verilen ödevin tasasına düşmüştür...
biz anasınıfı miniklerini onlar dağılmadan alıyoruz okuldan...
ve aklım kalıyor yanımda oturup heyecanla anlatılan hikayelerin devamında...
acaba yarın bende birkaç atış yapsam mı potaya onlara katılıpta...
çocukluk işte...
kara önlük giymeselerde benim çocukluğumdaki gibi, kara tahtaya yazmasalarda ilk harflerini, aynı burukluğu veriyorlar bana...
sanırım en mutlu olduğum mekan, okul sıralarıydı hayatımda...

19 Eylül 2011 Pazartesi

uzun ve karışık bir yazıyı takdimimdir...

Atlattık ya bugünü, artık yazabilirim gönül rahatlığıyla...





Okulunu sevdim, ki çocuk kadar ailenin de sevmesi önemli.




Derin, etütlü bir devlet okulunda okuyor. Sabah 9, akşam 17:30 saatlerinde okulda yani. Çok kararsızdım böyle bir okula vermekte ancak, kura şansımızı deneyip, yüzlerce öğrenci arasında 40 kişi arasına girince, vardır bir hikmet dedim ve yaptırdık kaydımızı... (bu kadar değil tabi, araştırma faslını geçiyorum)


Ön bahçe kadar kocaman bir arka bahçesi de var okulun, içinde küçük bir parkın olduğu... Bu önemli bir detaydı, kız vuruldu resmen...Bende okul sonrası hala bitmeyen enerjisini tüketmek üzere gittiği parkta, onu banklarda oturup beklerken, ayaklarımı gıdıklayan kuru yapraklara...






Bir sürü mini mini çocuk var. Derin 2006 aralık doğumlu olduğu için, daha küçük kalıyor aralarında... Hele ocak doğumlulara göre, tam 1 yaş oluyor aralarında. hayata erken atıldı çocuk, benim gibi.



Geçen haftaki ilk günümüzde, kız çocuklarına bebek, erkek çocuklarına araba hediye ederek, gönülleri baştan fethetmişti okul yönetimi.


Derin bu sene daha paylaşımcı. Geçen sene kreşteki arkadaşlarının ismini bile söylemezken, bu sene günün bir kısmını paylaşma lütfunda bulunuyor neyseki...
İlk gelen hediyesi ile iyice havaya girdi, ki hediyeyi veren de önemli, Emre... Küçük okulunun büyük aşkı :)




ve bayram arefesi gibi geçirdi pazar gecesini, ananesinin aldığı sınıf içi ayakkabısını başucuna koyarak...


Ne küçük mutlulukları var çocukların... Bir ayakkabı yahu... uyuyana kadar baktı... Uyuduğunda gülümsediğine yemin bile ederim...





Biliyorum çok karışık bir yazı oldu. ama bu kadar detayı biraraya toplayacak uygun bir kompozisyon bulamadım :)


ve ayrıca, bir ayakkabının fotoğrafını çekip, buraya koyduğum için kendimi de tebrik ederim. çekinme söyle, buldumcuk olmuş bu de :)

yeteneksizim diye birşey yoktur efenim!

Bir pazar klasiği oldu bizim evdeki aktiviteler.



İtiraf ediyorum Hobi Marketlere, D&R'a, bilindik kitap evlerine gitmekteki ısrarımızda Derin'in zerre kadar zorlaması yoktur. Çıban başı benim, evvela kendi ruhumu tatmin ediyorum.

Çöp adam bile çizemeyen ben ve benim gibi yeteneksizler için, hazır sünger kalıplar yapmış insanoğlu... Ah ne iyi etmiş...

Napiim benim çocukluğumda yoktu bunlar, hevesimi alamamışım, şimdi de maksat çocuğuma öğretmek işte... Benim gibi sonradan görme olmasın, eğlensin öğrensin zaar :)


Bu kalıp süngerler, hobi marketlerde, büyük oyuncak mağazalarının aktivite bölümünde, kitapçılarda satılıyor.


Ve bizde alıp bööyle ağzımızı aça aça boyuyor eğleniyoruz :)


Derin'in şaheseri... İmzasız tabiki olmaz bir eser değil mi? (imza : bu resmi yapanın bir kız olduğunu anlamaları için böyle atılıyormuş)



Bana müsaade, kız okuldan alınacak, eve gelinip binlerce kez mickey mouse club hıuse izlenecek :)

öpenzi ..

18 Eylül 2011 Pazar

bana benzemeden büyü, canımı sıkma!

Armut dibine düşer(miş)... kimi zaman çok hoşuma gitse de, bünyemden atıp bir daha görmek, yaşamak istemediğim huylarımı da almış olmasına sinir oluyorum.
Sevilme kaygısı gibi, kaybetme korkusu gibi, vazgeçememe gibi...
Bir kendine güvensizlik hasıl oluyor bazen davranışlarında, kolundan tutup sarsmamak için zor tutuyorum kendimi.
-"sen güçlüsün, yalnız değilsin, herkes seni sevmek zorunda değil, kimseye yalvarma, gitmek isteyeni bırak gitsin, kendini ezdirme, istemediğin bişeyi açık açık söyle kırılır diye çekinme emin ol yalan söylemenden çok daha iyidir, dik dur, yürekli ol, kararlı ol, kendine inan, başaramazsan tekrar dene, umutsuz olma, hayalinin peşinden git, aklından geçen her ne olursa olsun asla "saçma" olduğunu düşünme, kendinin farkında ol, yeteneklerini keşfet ve geliştirmeye çalış, "hayır" demesini öğren, hayal kurmaktan asla vazgeçme, imkansız diye birşey yoktur, sormaktan çekinme, kendini ifade edebileceğin harika bir dil yeteneğin var, utanma, sesin gür çıksın fısıldama, sen sessiz kalırsan herkes seni yok sayar..."

keşke kafasının içini açıp bunları bağıra bağıra söylesem, sonrada kapatsam...
İstemiyorum benim gibi 30'unda kendini farketmesini...
Tabiki önüne geçemeyeceğim pişmanlıkları olacak, kavgaları, kırgınlıkları, aldığı o biçim yaralardan çıkaracağı dersleri... ama işte, belki bazısını laf arasında söyleyerek geçirirsem işler bilinçaltına.
derdim, akademik kariyeri olan bir çocuk değil benim, kendini bilen biri olsun, kendinin farkında olsun, sonra zaten gerisi en güzel şekilde gelir.
Korkuyorum yahu bazen!
Hayır, okuyanda ezik büzük bişi zannedecek, değil tabi çok şükür ama bazen öyle bir davranıyor ki, gözlerimden ateş çıkıyor.
En çok arkadaşlarıyla birlikteyken tanık oluyorum ya bazı sözlerine, tanıyamıyorum. bütün şeytanlığı bana mı yani?

offf, bu da böyle sitemli bir yazı olsun. aktivite manyağı olduk bugün yine ama o da artık yarına...
geçsinde şu sinirim bi ...

Mutlu haftalar...

17 Eylül 2011 Cumartesi

ışığı ile var edene...

Usulca doğruldu kadın yatağında, gözlerini açamadan... Bakarsa, göremeyeceğinden...

Gitmiş olabileceği korkusundan, sevdiği adamın.

Söz yoktu aralarında, ses yoktu. His vardı, koku vardı. Issız bir aşktı onlarınki...

Ölçüp tartılarak edilen kelimeler, gelecekten uzak, geçmişi yok sayarak, her günü tek bir gerçek an gibi geçerli sayarak yaşanılan bir ilişki.

Uzanıp dokundu koluna, yüzünü gömdü, o doyamadığı Tanrısal kokunun içine, omuzu ile başı arasındaki boşluğuna adamın... Günaydın dese, bir günü daha bitirmiş olduğunu kabul edecekti, sussa yeni gündede birlikte olacaklarını yok sayacaktı... Yine gel-gitleri üşüşmüştü yüreğine ve aklına. ve yine fırsat veriyordu işte, aklını çelmelerine.

Yabancıydı kadın hayatında olup bitene. Bu esir aşk, ne kadardır yakıyordu yüreğini, ne zaman düşmüştü o kor kalbine, artık hatırlamıyordu. Ezelden beri seviyor, sonsuza kadar da sevecek gibi hissediyordu. Sustu(ruldu)ğu, kork(utuldu)ğu kaç tartışmadan sonra karar vermişti, sorgulamaya izin olmadığına. ne zaman vazgeçmişti kendi gibi sevmekten bilmiyordu, kokusuna yüzünü gömdüğü adamın, ne zaman kendini saklayacağını kestiremediği gibi.

Sıcak bir öpücük kondurdu boynuna ve en uykulu sesiyle fısıldadı, "bugünde yine seni seviyorum paşam"... dün yok, gelecek yok, sadece "an" vardı... ve bu cümle "uyandım" demenin biraz daha arabesk haliydi.

Balkona çıkıp, yüzünü döndü henüz yeni doğmaya yüz tutmuş güneşe... selamladı, şükretti... Bugünde nefesini hissettim, sesini duydum ya, bağışladığın aşkın sahibine dokundum ya Allah'ım sayende, binlerce kez şükürler olsun...

Adam, kadının Allah ile arasındaki iletişimde öncelik sahibi olan duanın adıydı... sevdiği için şükrediyor, şükrettiği için seviyordu...

Kadın...

Tıka basa seviyordu, ağzını her açtığında kelime kelime döküyordu adamı...

Teninden önce duvarlarını sevmişti adamın, çarpa çarpa yolunu bulduran...

Kadın, hergün biraz daha eksilerek kendinden, yüreğinden arttırarak örüyordu adam ile arasına sızan gün ışığı huzmesini...

Ve mutluydu alabildiğine, gün ışığını gördüğü müddetçe...

11 Eylül 2011 Pazar

Biliyorsun anne ben boya işinde ustayım.

-Biliyorsun anne, ben boya işinde ustayım, dedi,


bende verdim eline dondurma çubuklarını ve boyaları...

okul öncesi son pazar günümüzde, bütün yaz yaptıklarımız yetmiyormuş gibi birde çerçeve yapalım kusur kalmayalım dedik...


Önce dondurma çubukları boyandı, kurumaları beklendi, bir kartona yapıştırıldı ve ortasına bir fotoğraf konduruldu...


Acaba özleyecek miyim, bu kırtasiye görünümlü ev hallerini?

Mutlu pazarlar efendim :)

10 Eylül 2011 Cumartesi

benimde var kaygılarım...

daha önce milyonlarca kez söyledim/yazdım/aklımdan geçirdim/hayaller kurdum... "bir büyüse, okula başlasa keşke" diye...
hiçbiriniz söylemediniz, bunun söylendiği kadar kolay olan bir kabullenme olmadığını...
iki gün sonra onu artık kreş, oyun grubu..vs. gibi bir yere bırakırken yaşadığın duygunun yerini, kasvet dolu bir hale bırakacağını...
3 yaşından beri kreşe giden bir çocuk değil de, yeni doğmuş, anne diyemeyen, yürüyemeyen, derdini anlatamayan bir bebe sanki bırakacağım orada..
"orada" dediğim yerde ne? Okul... Hayata hazırlanacağı, benim çok uzun zamanda kızıma vereceklerimi, layıkıyla, güven ortamında, huzurla, mutluluk ve dahası kendi gibi bir sürü çocukla öğreneceği, -bunu kabul etmek istemiyorum ama- ikinci bir ev işte...
peki neden böğrümde bir boğa oturuyor ve gittikçe ağırlığı artıyor?
anasınıfı...
ana mı?
korkuyorum işte...

6 Eylül 2011 Salı

ben sana mavilendim...

Bize bu yazdan geriye kalan, "benzerliklerimiz" oldu...

Hergün farklı bir ruh haliyle uyanıp, "acaba bugün içimdeki hangi kadının günü" dediğim günler,

"acaba bugün kızım hangi çocuk olarak uyanacak" haline dönüştü...

Birgün bir öncekine benzemez iken, biz birbirimizi fena halde kopyalar olduk.

Bu yaz;

Bana bir kız çocuğunu değil, kendi çocukluğumu büyütme fırsatını verdi.

Şükürler olsun...


Bugün ise,

Günümüz mavi, rüyalarımız mavi, eee zaten gökyüzü de mavi...

Bugün bizim günümüz dedik...

Zaten, en sevdiği renkmiş mavi ve dün hiç mavi bir ayakkabısı olmadığını farkettiği için gidip bu ayakkabıyı almış!!! (alışverişe kendi çıkıyormuş gibi)


Biz bugün,

Gökyüzüyüz, mavi bir elma şekeri, suyun en canlısıyız...

27 Ağustos 2011 Cumartesi

cambaz

bu hayattaki en büyük hayalim, ip üstünde yürümek, dedi...

Öyle çok denemiş ki şimdiye kadar(!) ama hiç başaramamış ve korkuyormuş hiç yapamamaktan.

Bu da böyle bir not olarak kalsın, birgün bir ip cambazı olursa, bu fikrin tohumları ne zaman atılmış unutmayalım diye...

okullar açılsın artık!!!

Bizim ev kırtasiye ile spor merkezi arası garip bir görünüm almış durumda...




Hadi aktivite ; bant, makas, renkli kağıtlar, kalıp için bardak tabak...

-anneeee yamuk kestim, ayh parmağıma bant yapıştı, bu kalp düzgün olmadı sil baştan, kelebeğime surat çizmedim... bla bla blaaaa....



aman sıkıldım hadi ip atlayalım ; ip, koltuk kenarı, sandalye bacağı..

-hadi hızlı çevir ipi, dur kendim atlıyıcam ama olmuyor hep ipe basıyorum ( bu arada yakında alt kattaki komşunun kucağına düşüvericez - bizim kız ufak tefek ama nasıl böyle çotankk diye ses çıkarıyor zıplarken anlamıyorum) ...

olmadı ip çekmece oynayalım...


Hadi şimdi dışarı çıkalım, bisiklete binicem...

aaaaaa...

Hayııırrrr!!!


yatsak kalksak - yatsak kalksak, okula göndermek üzere saçlarını taradığım sabaha uyanmış olsam... Yüffeeennn :)


Yaaa şu fotoğrafa bir baksana, hep diyorum, bizim kızın sadece iç organları bana benziyor :)

çoook yorgunum çook!!!

25 Ağustos 2011 Perşembe

Top Toplayıcısı

Arkadaşlarıyla maç (!) yaparken bir kenardan izliyorum onları, tezahürat yapmamı istiyor tabi ama utanıyorum :)
Sadece bir gözetmen olarak orada bulunduğumu anlamak istemiyor.

Çok sinirlenince gelip bir arkadaşını şikayet ediyor, tabi asla dikkate alınmıyor,

su istiyor, beni bakkala göndermek istiyor,

veeee arka bahçeye kaçan topu yüksek çitlerden atlayıp benim almamı istiyor...

Yok artık daha neler!
...



24 Ağustos 2011 Çarşamba

yaman çelişki : bozuk düzene, düzgün çocuk!!!

Bu zamanda herşey onların gelişimine hizmet vermek için yaratılmış.




Öyle bir nesil yetişiyorki, dahi, zeki, maharetli olmaktan başka çareleri yok gibi....

Şanslılar mı bilemiyorum. Bizim zamanımızda yoktu böyle çizimi geliştirecek kitaplar, materyaller..
Dil öğrenmek için kursa giderdik, şimdi okuma yazma bilmeyen çocuklar için bile sesli İngilizce setleri var, şarkıyla oyunla bir dünya kelime öğreniyor çocuklar.

Sokakta top oynardı erkekler, kızlar evcilik... Şimdi oyun klüpleri, yazları spor kampları.. vs.

Böyle olunca çocuklardan beklentimiz de artıyor sanırım. Herşeyi yığıyoruz önlerine ve sonra sonsuz başarı bekliyoruz içgüdüsel olarak.

Ben kimin için çalışıyorum ki, oluyor bahanemiz...

Bu yaz biz 1,5 ay Karadeniz'de kaldık. Sabah bir çıktı çocuk bahçeye, hava kararana kadar yoktu ortalıkta. Oynadığı da ne? veriyorsun eline bir kap, çeşmeden su doldurup, çiçeklerin diplerini eşeliyor. Bu arada solucan buluyor, garip böcekleri görüyor, düşüyor, kalkıyor, sümüklerine toprak bulaşıyor...

Kahvaltıda canı ne yemek isterse -salatalık,biber,domates,kıvırcık- gidip bahçeden topluyor.

Böyle çok daha mutlu oluyor yani...
Hangi kitaptan okuyup öğretebilirdim ben ona sümüklüböceğin sıvısını, görmeden, kabuğuna dokunmadan anlayabilirmiydi?

Kaplumbağanın kabuğunun sertliğini "taş gibi" diyerek anlatmak, gözleri görmeyen birine portakalı tanıtmak gibi değil mi?
Geldim tabi yine İstanbul'a, 2 hafta önce. Çocuk bildiğin huysuz. Evde türlü maymunluklar yapıyoruz, hava sıcak soluğu AVM'lerde alıyoruz. Azıcık sıkılsa söyleniyorum "aaaaa derdin ne senin, bunları bulamayanlar var"...

Bile bile yapıyorum işte aynı hataları... Ama kapılmışız bir kez büyük şehrin büyüsüne, şimdi şimdi istesek de daha steril bir hayat, artık zor geliyor köklü bir değişiklik işte...

Eleştirdiğim düzenin bir parçasıyım maalesef...

D&R, Tübitak yayınları olmasa iyice kaptırıcam kendimi bozuk çarkın içine...

Yinede değişmem toprağı, yeşili, doğayı işte büyük kente...

Kimbilir... Belki...

Olur mu dersin, gidermiyim tası tarağı toplayıp, o cennetten bir köşe olan evime...


Çok istersem, evren önümden çekilirmiş...

İstiyorum evren...

Çok istiyorum...



kışkışladık merkürü :)

Bazen olmaz;


Hayat istediğini sunmaz, sunsa da uymaz. Ya zaman yanlıştır, ya mekan...

Belki de insan...

- Tom Robbins -




Olur ya hepimize bazen böyle anlar... Merkür de ters zıkkımın kökü... Yaylar çok gergin...

eee oturup depresyonun seni ele geçirmesine izin mi vericeksin?

Nanik yap evrene, gül geç...

Bu zorsa,

al dolaptan bir nevresim...

Evir çevir, bak dalgana çocuğunla...

Emin ol,

BİR ÇOCUK KAHKAHASININ UNUTTURAMADIĞI HİÇBİR DERT YOKTUR !!!
Sevgiyle,






23 Ağustos 2011 Salı

Bana bak, O'nu al :)

Annelik işte, düşünmeden duramıyorum, büyüdüğünde nasıl bir kız olacağını...


Şimdiden belli ediyor rengini gerçi ya işte, benimki sabırsızlık birazda.

Tam bir yol - hayat arkadaşı artık bana. elele tutuşup mağaza dolaşacağımızı söyleseler "hadi canım ordan" der gülüp geçerdim.

Geçenlerde söylediği bir cümle aslında bana şimdi bunları yazdıran...

odasını toplamasını söylemiş ve bekliyordum. kapıda belirdi, yüzünde bişileri başarmış olmanın haklı gururuyla, tataaaaaammm dedi odasını göstererek...

ne yalan söyliyim bayaa da derli topluydu ortalık.

ama o arılar gelip dilimi soksaydı keşke de "ama masanın üzerindeki kitapların dolaba yerleşmemiş" demeseydim...


suratını büküp,

"annesin ya hep bişi bulucaksın dimi" dedi...

ve ben o zaman dedim ki;

bu kız kesin bana benzeyecek :)


Sevgiyle,


19 Ağustos 2011 Cuma

abrakadabra

-bir icat üzerinde çalışıyorum, bunu tamamladığımda, sonsuza kadar gülebileceğiz, dedi...

bu aynı zamanda güç veren bir çorbaymış, unutkanlığı yok ediyormuş, hata yapmanı engelliyormuş. çünkü bunu içenler hata yapacakları zaman mideleri bulanıp kusacak gibi oluyorlarmış, o zaman anlıyorlarmış ki o yapacakları şey kötü bişi.

-yani anlıyormusun anne, artık bana odanı topla, dişlerini fırçala, televizyonu kapat demiyceksin. bu akıllı çorbayı içtiğimde, ben hepsini sen söylemeden yapmış olucam, sende bööööle heykel gibi şaşkınlıktan kalakalıcaksın...


dedi...


keşke bunları söylediği haliyle, o yarım yamalak kelimeleriyle yazabilsem birde ama okurken anlamazsın ki... neyse hayal et, bazı kelimeler yanlış, eksik harfli ama alabildiğine doğru...

ee itiraf ediyorum birde çok komik :)


16 Ağustos 2011 Salı

ısmarlama rüya...

Şimdi bir yağmur yağacak olsun. Ama çok değil, böyle altında yürüyeceğimiz kadar.

Sonra dursun.

Sonra isterse tekrar yağabilir, yağması gelmişse.

Yine dursun.

Güneş açsın ama sonra hemen. Toprak birazcık kurusun, çünkü o zaman yumuşak oluyor, kale yapabiliyorum.

Bide sen toprağa basınca mutlu oluyorsun ya, işte ondan kurusun azıcık istiyorum.

Hem güneş açınca gökkuşağı çıkıyor.

Ben o zaman çok mutlu oluyorum.

Karnım gıdıklanıyor mutluluktan.

:) :)


Basit bir hayat istediği işte... Çok basit...


15 Ağustos 2011 Pazartesi

Benzemek...

Derdim ki hep,
ben korkarken böcekten, annem nasıl olurda hiç korkmaz?
Karanlık mesela... Öyle hayalet gibi nasıl giderdi mutfağa, ben su istediğimde hemen pıtır pıtır, korkmadan...
Hiç yorulmazmıydı, deli gibi peşimde koşturmaktan...
Ya kulakları? Onca bağırış çağırış, ağlama krizlerinde nasıl korurdu sakinliğini, elleriyle mesela neden hiç kapatmazdı kulaklarını?
Güneşlenmeden, şöyle sere serpe yatmadan kumlarda, her daim beni gözlerken, nasıl olurda okurdu o kitapları?
Eve geldiğimizde plajdan, ne ara pişirmiş olurdu yemekleri ki, hemen kurulurdu o keten örtülü sofralar?
Hiç duymazdım, "üstünü kirleteceksin, bırak çamurla kumla oynamayı" laflarını ağzından, yine de temiz olurdu her daim kıyafetlerim... Ve hep mutlu bir çocuk olurdum...
Ben annemin, uzaylı olduğunu düşünürdüm kimi zaman...

Ve sanırım, artık kendimin de...

Not: Döndüm. dinlendim, eksildim biraz ama kendime geldim...