20 Aralık 2012 Perşembe

hızlandırılmış yazı!

geçen sabah kahvaltı masasında duran şurubunu,
-ök-sü-rük şu-ru-bu
diye tane tane okuyunca, şurubun kızı iyileştirip beni yerle bir edeceğini elbette tahmin etmemiştim.

hayatımızda güzel bir dönem başladı. artık her bir tabela bir keşif bizim için.
günün sürprizleri var ya, artık hepsi öyle anlamlı ki...

aralık ayını seviyorum...
ayın ilk günü ile başlıyor sevincim, dünyaya gözlerimi açışım ve 25 yıl 18 gün sonra kızımı kollarıma alışım...
o mercimeğin büyüyüp ilk cümlesini okuması...
yılın son ama benim ömrümün ilk ayı, aralık..
ne çok teşekkürüm var sana.

yeni yıl telaşı sarmadı bizi hala. ağacımızı galiba kurmuyoruz bu sene. onun yerine ışıkları, düdükleri boynumuza taktık, çarşamba pazarı karmaşasında geçiyor günlerimiz.

derinimo'nun doğrumgününü bu haftasonu kutlamayı planlarken, ailemin sevdiğim üyeleri bir sürpriz ile evimize doluştular, birden kendimi pastanın etrafında dilek dileyen kızımı ağlayarak izlerken buldum...
derin, mumu üfledikten sonra, boynuma atlayıp bacaklarını belime doladı ve yüzünü boynuma gömdü...
çok mutluyum diye ağlamaya başladı.
acaba gerçekten sevdiği insanlarla birlikte olduğu için mi mutluydu yoksa sevdiği insanlar arasında babası olmadığı için mi hüzünlüydü, bilemedim, soramadım, cesaret edemedim.
haftasonu babasıyla kaldı, babannesiyle de kutlamışlar doğumgününü... çok sarsıldım duyunca.
çünkü biz boşandıktan sonra da, baba ve babanne bizimle olabilsin diye doğumgününü evde değil de dışarıda kutlamıştık geçen sene... aynı özveriyi görememek, üzücü..


 2.kutlamasını kapımıza pastanın mumları ve maytapları yanık halde bırakılıp, zile basıp kaçan 2 canavar sayesinde yaptık... serap ve emre... bu ikilinin kalbimizdeki yeri, "iyiki"lerle dolu...

hayatımda annemin varlığına ettiğim duanın ölçüsü tavan yaptı yılın bu döneminde. başımın üstünde gezdirsem yeri. iyice ağlak bi kadın oldum çıktım.
geçen hafta bir toplantı için 4 gün Antalya'da kaldım. günün sürprizleri kartlarını gitmeden hazır etmiştim, her sabah annem çantasına koymuş mercimeğin. gün içinde yaptığımız konuşmalarda sesinden duyduğum coşku, binlerce şükür vesilesi..


yaşıyorum kendimce... öyle mutlu, huzurlu, dolu dolu... bu hayattan payıma düşen sevdiklerim yanımda...
Allah'ım ben de seni çok seviyorum...

not : evet yine sarı oldum :)



19 Aralık 2012 Çarşamba

bir yere kaybolmadım/k

bu aralar...
çünkü'lü cümleler kurup, neden ile başlayan sorular soruyor bana...
hayatı öğretiyorum...
canım sıkılana kadar yaşıyorum.
bide seviyorum ki sorma...
kalbim ağzımda...
ahh kızım!
ters düz ettin beni yine.

iyiyiz biz, soranlara selam olsun...

18 Aralık 2012 Salı

sen var olduğun için dünya böylesine güzel...


bir bebek doğduğunda bir anne de doğarmış...

6 sene önce bugün doğduk biz...

sen; o günden beri hayatımın aitlik eki,

en uzun olmasını istediğim cümlemin yüklemi,

en anlamlı sıfatımsın...

gelişinle aydınlattığın dünyam, göz kamaştırıcı...

iyiki doğdun mercimeğim...

not : bu yazı bir ritüel, buradan başlangıçla...


27 Kasım 2012 Salı

gelecek mevzuu...

- büyünce ne olmak istemediğime karar verdim, dedi...
asla öğrenci olmayacakmış...

elbette her anne gibi bende kızımın başarılı ve de bir uzantısı olarak uzun bir okul hayatı hayalinde iken bu cümle,
- ben bir bireyim, ifadesi idi...
hem de en derininden...
adı gibi...

kendimi bildiğim, neye ölümüne deli olup, neye asla tahammül edemediğimi anladığımda takvim doğduğum yılın üzerine 25 yıl eklemişti...
ben mi geç kaldım, Derin mi erken buldu kendini sorusuna muhattap bir karar değil tabiki okudukların ama yine de hoşuma gitti, tersten düşünmesi.
belki bu senenin sonunda okulu bırakır :)

26 Kasım 2012 Pazartesi

ahretliğim dese, şişştt hemşire dese de olur...

muhtemelen, bu boyaları bitirdim,
muhtemelen, dersim çok vardı.
muhtemelen, karnım acıktı...
muhtemelen, bu çizgi filmi izliyorum...
.....
evet yeni kelimemizi cümle içinde saçmasapan kullandık. eminim bilmeyen biri bu kelimenin ne anlama geldiğini hala anlamıyordur :)

Derin, bazı kelimeleri doğru söylemiyor ve bu O'na çok yakışıyor. mesela hayla, devam eden anlamındaki hala-dır.
hayla yemek yiyiyorum, gibi.
İstiklal Marşı zaten baştan sona uydurma :)

geçen gün Sıla'nın Alain Delon şarkısı çıktı radyoda, tüm şarkıyı hem saçmalayarak söyledik hemde tek tek her satırını açıklattı. hey Allah'ım ne zor şarkıymış.
burdan yetkililere sesleniyorum, bu kadar anlamsız şarkılar yazmayın...
zorlanıyoruz arkadaşım...

bu akşam kuzenim bir fotoğrafımızı gönderdi, durup dururken salya sümük ağladım...
şu şapşallığa bakar mısın yaaa...
bazen "maşallah kızıma büyüdü at gibi oldu" diyorum, kızıyor bana. oysa daha küçükken atçılık oynardık evin içinde...
şimdilerde bana Duyguş diye sesleniyor. cumartesi günü kahvaltı hazırlarken, ne yemek istersin diye sorduğumda "sen karar ver ev arkadaşım" dedi bana...
koltukta otururken altına yüksek minder alıp oturuyor ve elini omzuma atıyor...
odasından koşa koşa gelip, hıh reklamlar bitti mi kanka diyor...
hadi gel tek kale maç yapalım dese yadırgamıyıcam yani o derece bi rahatlık..
ofistekiler bunları anlatınca yüzüme yalan söylüyormuşum gibi bakıyorlar, çünkü Derin insanlarla sohbet ederken sesi içine kaçmış gibi mıyır mıyır cevap veriyor...
anladım ki en rahat olduğu (normal olarak) yer evimiz ve sevdiği insanlar.

galiba benim kız çift karakterli...

NOT : Üstteki fotoğraflar Şubat 2009 / Ortaköy gezimize ait...
Allah'ım ikimizde ne kadar genciz :)

ve bu yandaki ise birkaç hafta öncesi...

ayy bi dakka galiba yine ağlıyıcam...




22 Kasım 2012 Perşembe

günün sürprizi köşesi...

her gün kalemliğine bir afacan saklanıyor...

istiyorum ki yanında olduğumu bilsin, derse başlarken bir gülümseme yayılsın yüzüne...

( iyi dersler meleğim...)

galiba işe yarıyor...

 (kalbim seninle miniğim..)
bide öyle sabırlı ki, okula gidip sınıfa girene kadar açmıyor kalemliğini, önceden merak edip tahminlerde bulunmayı oyun edindi kendine..
 (miyav miyav... Derin beni sevsene...)

aslında bilmiyor, her tahmini bir sonraki gün yapılacak sürpriz için ipucu bana..

 (minik kuşlar öpsün seni)
kendi baktıktan sonra arkadaşına soruyormuş birde, sence annem bugün ne çizdi bana diye :)

 (bütün kollarımla kucaklarım seni...)
 (bugün bir tavşanın kalbine girdin...)
 (bugün kendimi çok renkli hissediyorum...
iyi dersler mercimeğim...)
 


(balık tutmak, balık yemekten iyidir :)  


















Galiba beni seviyor :)

19 Kasım 2012 Pazartesi

nerede kalmıştık?

taşındım ben...
bazı anılarımı bıraktım eski evimde, bazısına kıyamadım, sonra yeni anılar yükleyeceğim eşyalarım oldu ve duvarlarım, aynalarım... 
evi keşfediyorum... hani olur ya, bir köşe seni çeker akşamları mesela çayını orada içersin, orda çalışır orada örgü örersin.. turluyorum şimdi...

bak şimdi bu yazacağımı yanlış anlama ama hayatımda ilk kez kirada oturuyorum. tırsıyorum biraz altından kalkamazsam diye, sonra nakışlı minderlerime bakıyorum, geçiyor endişem :)
gülme ama, birde hayatımda ilk kez oturduğum apartmanda kapıcı var. daha önce hep aile apartmanında oturdum. hani öyle tanıdıklar yada birkaç katlı apartmanlar falan... annemde haftaiçi benimle kalıyor ya, o da alışık değil kapıcı olayına. diyor ki, ben veremem öyle çöpü kadının eline, ayıp denen bişi var kızım, biz atarız kendi çöpümüzü :)
gülüşüyoruz, hırlaşıyoruz arada... hem eve hem kısmen de olsa birlikte yaşamaya alışıyoruz.

derin mi? o çok mutlu çok şükür. okula yürüyerek gidip geliyor, ben de işe aynı şekilde. İstanbul gibi bir yerde bu büyük lüks bilirsin...

hayatıma garip insanlar giriyor. kimisi çok mutlu ediyor, kimisi düşündürüyor. bazısı bunaltıyor, bazısı hayatın güzelliğini hatırlatıyor... yok öyle renkli, canlı, sokaklarda geçen bir hayatım yok ama bir şekilde hayatıma daha önce giren insanlar dönüp dolaşıp yine karşıma çıkıyorlar... vefa mı desem bilemedim ama kimse elini çekmedi üzerimden... galiba bu dünyanın en zengin insanı benim... 

yaa ev deniz kenarında değil aslında ama yakın, bu evde kaldığım ilk gece martı sesleriyle uyandım, şaşırdım nedense, dışarıdan gelen sesi, uyku sersemliğiyle tavuk sandım :) annem "cahil misin acaba sen" dedi, annemin bu dümdüz lafı beni çok güldürdü :)



kızımı okula bırakıp gelirken kaybolurum endişesiyle yol üzerindeki market dışında alt sokağa bile inmeyen annem, okulda kendine bir sürü arkadaş edindi. hepsinin soyağacını çıkardı, sosyal mi yoksa asosyal mi olduğuna karar veremediğim yine aynı annem, hala evde misafir geldiğinde ikram etmek için 4 farklı çeşit kahve bulunduruyor. ama tuhaf olan şu ki, taşındığımız evin adresini teyzem dahil henüz kimse bilmiyor :) 

her akşam bir curcuna evde. kızım, annemle beni kıskanıp türlü huysuzluklar yapıyor, ders konusunda bir annemi kurban seçiyor kendine bir beni, canımıza okuyor. akşam yemekleri gürültülü geçiyor ve eve kedi mi alsak köpek mi tartışmaları kavga ile sonuçlanıyor. bir kedi delisi, bir köpek delisi ve birde ikisinden de nefret eden biri olunca, aynı çatı altında uzlaşmaya varamıyoruz.

burası hayatım boyunca yerleşip yaşadığım 5.evim. 
ve sanırım en çok burayı sevdim....




8 Kasım 2012 Perşembe

bu kız, benim çocuğum arkadaş!

Her insanın eleştirilmekten hoşlanmadığı bir yönü, bir sınırı mutlaka vardır...
ben genel olarak eleştiri sevmem ama dinlerim elbette. savunma mekanizmam da yoktur.
dinlerim ve sinir olurum. bu kadar!
sorgulama, hak verme / vermeme kısmı ilerleyen döneme aittir. duyduğum an önce bi "hıh, halt etmişsin sen" moduna girerim, kendi içimde tabi...

amaaaa en dayanamadığım, çenemi hiç tutamadığım ve dahası tahammül edemediğim konu, kızım ile olan iletişimim...
kızımın yaşına bağlı olarak eleştiri konumuz değişiyor...
şimdi okul dönemindeki yaklaşımımın mesela, gözde konu....
kim tarafından eleştiriliyorum, genelde en acımasız olanlar ailemden gelir...

ben yaşadıklarımdan hareketle, kızıma karşı hem son derece anlayışlı, hem katıyım... ikisi nasıl oluyor dersen, yaşadıkça dengeliyorsun işte derim...

ajitasyona girip "ama biliyorsun hayat boyu zorluklar yakamı bırakmadı, "ıdı bıdı hödö" demiyicem ama şunu söyliyim, hayatta hiçbir şeyi kolay elde etmedim...
hayatın bana ne sunacağını bilemediğim gibi, kızım da bilemez... bu nedenle hep zor olana hazır etmeli kendini, hem fiziksel olarak, hem duygusal olarak...
ama anneme kalsa, henüz kasım ayında olmamıza rağmen çocuk okuldan gelirken üşümesin diye okul formasının altına çıkışta eşofman, tayt giydirmek gerek... kahvaltı yaparken ona yedirmesi gerekir ki, okula geç kalmasın, kıyafeti annem giydirmeli ki, çantasını annem taşımalı ki..... vs vs.
annem... başımın tacı o ayrı... ama yanlış tavrı... deli gibi kavga ediyoruz... hak vermiyorum benim koyduğum kuralları eleştirmesine... eee biz yürüyerek gittik okula, kahvaltımızı eşşek gibi kendimiz yedik, o kilolarca ağır çantayı kendimiz taşıdık, öldük mü? ayrıca ben evlat değil miydim de, şimdi kızıma bu özel ihtimam... sebep belli aslında, Derin, boşanmış bir anne-baba çocuğu... ve yapılacak en büyük yanlışı yapıyor... açığı kapatmak için, boşluğu doldurmak için fazlasını, çok çok fazlasını veriyor... sonra, Derin kreşe giderken bile yatağının örtüsünü kapatan çocuk, şimdi okul kıyafetini bile yerine asmayan bir tembel...

artık birde okuma-yazma krizlerimiz var... bu konuda sayfalarca yazabilirim... şikayetçiyim, çok ama! deli gibi  ödev veriyorlar, çocuk çok yıpranıyor ama yapacak bişi yok... bu dönem biraz hırpalanacak ama sonra geçecek... ölüp bitmeye gerek yok. birtek benim kızım yaşamıyor bunu...
akşamları ders yapmak zaman zaman krizler yaratıyor evde, bize kalsa bu, yönetilen bir durum.
ancak...
kızabilirim, sinirlenebilirim, saatlerce güle oynaya ders yapabilirim. tamamen bize kalmış bişi.
işin içine başkaları (!) girince iş değişiyor. bu durumda kusura bakma ama herkes "başkaları" statüsünde benim için. çünkü hayatında bir kırılma noktası niteliğindeki bu dönemde, ilk ve en önemli deneyimini yaşadığı, artık dünyaya okuyarak ve yazarak ve dolayısıyla anlayarak bakacağı bu dönemde benim işime kimse karışamaz arkadaş.
yaa çocuk acayip kelimeler kullanırken konuşurken "a a ne tatlı" ama iş ders çalışmaya gelince "çok katısın, böyle de olmazki, cık cık zalim.." falan...
noldu canım?
senin o alkışladığın çocuk da benim yetiştirmem... öyle kolay olmuyor işte çocuk büyütmek.
her yaptığım doğru demiyorum ama böylesine özensiz konuşulmasını hazmedemiyorum.

bu en zor ve en özel dönem... anne ve çocuğun birbirleri ile ilişkisi burada sorgulanmaz... kuralları olmaz bu dönemin, zordur, eğlencelidir, bezdirir, süründürür, güldürür, yıpratır.... vs.
anne ve çocuk bu süreci birlikte yürütürler ve kesinlikle de öyle olmalı. çocuk anane ile veya başkası ile değil sadece annesi / babası ile öğrenmeli, ders çalışmalı...
ben böyle olmasına imtina ediyorum ve kimsenin laf etmesine asla müsaade etmem.
kimse de giremez dünyamıza...
ben artık aldım boyumun ölçüsünü...
bir annem var bu dünyada birde kızım...
başka da kimsem yok,
burayı okur mu, o bana haber linki gönderen kişi bilmem, çok da önemsemiyorum açıkçası...
bu işi bir ben biliyorum diye asla iddiam yok ama bişi diyim mi, ben bilmiyorsam, "O" hiç bilmiyor...
ki bu zaten öğrenilen birşey...
ben kızımla bütün hayatı temize çekiyorum...
O de yerini bilsin ve sadece izlesin...
yorum yapmasın... artık O'nun öyle bir hakkı yok! ne bana, ne kızıma!


not: bu yazı Derin'in babasına yazılmamıştır. bahsi geçen "O" tamamen farklı biridir... maalesef!

6 Kasım 2012 Salı

şişşş panik yok!

merak etme yahu..
kara sevdaya tutulmadım, öyle terk edildiğim ve acıdan geberdiğim de yok, kimsenin ardından gözyaşı da dökmüyorum... kimseyi başkasının kollarında görüp kendimden de geçmedim.
zaten ben yaşadığımı yazamam... 
sevdiğim birini başkasıyla görünce hele, geçip bilgisayarın başına öyle sakin sakin anlatmak... o kadar güçlü değil benim kalbim...
üzüldüğüm oldu, "bitti" de dendi, "gidiyorum" da dendi yalan yok ama hepsi geçti gitti...
Allah açık etsin yollarını sonuna kadar...
hani ben böyle yazınca iki gündür, mesaj, mail çokça oldu ...
işte bu sebeple facebook hesabımı kapatmıştım ve yine aynı sebeple burda yayınlamıyordum yazdıklarımı...
haklıymışım...

hayatım kaldığım yerden devam...
sarı sonbahar yaşıyoruz yahu, en sevdiğim mevsim...

artık Beşiktaş'lıyım ikamet olarak... istanbul'un çok çok sevdiğim semtlerinden biri... 
yeni ev ve "kısmen" yeni eşyalar... 
geride bırakılanlar...

arınıyorum...
şükür..
daha ne olsun!

an...

Yürüyen merdivenin ağır aksak çıkışıyla önce gözlerim, burnum, sonra dudağım, boynum, omuzlarım, kollarım, kalbim, ellerim, belim, bacaklarım ve ayaklarım üst kata çıkmış oldu...

sonra...
yürüyen merdivenin ağır aksak çıkışıyla önce gözlerin (dünyanın geri kalanına kör olsam bile yeterdi o gözleri gördükten sonra. gözlerin onayımdı, ödülümdü, öfkendi, sevgindi, hüznündü, dalgınlığın, ellerine sağlık diyişindi, minnetti, bağıştı, iyiki varsın-dı, nerede kaldın-dı, gözlerin tüm kelimelerindi...) burnun (yüzümü öperken içine çekişin tenimi, sanki "öpmek dediğin hafızana kazımaktır kokusunu" der gibiydi), sonra dudağın (dünyanın en sihirli sözcüklerini fısıldayan, aşk-ın en çok yakıştığı 2 dünya arası), boynun (yüzümü gömdüğüm, "hoşgeldin" sarılmamı soluğumla akıttığımdı), omuzların (ki yastığımdır, yatağımdır, ağladığım,güvendiğimdir), kolların (hani kaybolurdum arasında, gelmen demek, nefessiz kalmam demekti belimden sarıp sıkıca, ayaklarımı yerden kestiğin vakit. kolların demek dolabın üstündeki reçel kavanozu mutluluğu, perdeleri asmanın sevinci, buz gibi denize girerken tek kolunun altına alıp beni fırlatman demekti, çocukluk, sevdalık, en ateşli anın başlangıcı demekti), kalbin (yuvam... ritminde bazen adımı duyardım, "ben" atardım can yerine, ben dolanırdım damarlarında. kıramadığım, kıyamadığım, pamuklara sardığım kalbin... bana dünyanın en mutlu aşkını, en doyumsuz sevdasını veren kalbin... sorarsa yaradan, kat kat helal ettiğim hakkımı, en çok hak edendir...) ellerin (beni saran, beni tutan, iten, çeken, seven ellerin... konuşurken sanki kelimeleri kendi söyleyen ellerin, aldığında parmaklarımı avucuna, merkezi sanmam kendimi dünyanın ve de hakimi, kraliçesi... ellerin diyorum elime yakıştırdığım en güzel takıydı), belin (yürürken gölgemizi şaşırtmak için arkana saklanırdım, kocaman bedeninde ben kaybolurdum ve başlardık tek bedende 4 kol, 4 bacak olmaya... nasıl da eğlenir ne de utanmazdık bundan...), bacakların (durup dinlenmeden yürüdüğümüz yollarda bıraktığımız anılarımız var, koşa koşa bana gelişlerin, kaçar gibi gidişlerin ...) ayakların ( seni bana getiren, seni benden götüren.. hangi yolun büyüsüne kapıldı kalbin, çeldi aklını bilemedim... tuz buz ettiğin hayallerimizin zekatını en çok arkanı dönüp giderken verecek ayakların)

o yürüyen merdivenin ağır aksak çıkışıyla önce tanıdım, sonra aşık oldum, çok sevdim, kavga ettim, nefret doldum, özledim, sövdüm, özür diledim, gittim-döndüm, kıskandım, umursamadım, vazgeçtim, dayanamadım.
seninle yakın ve de çok dolu geçmişimiz ile her bir duyguyu bin kez yaşadım...

görmedin beni...  iyiki görmedin...
bir anın, bir karenin, beni saniye saniye yok edişini, birini gülümserken öldürmenin acımasızlığını sana yaşatmak istemezdim...

arkanı dönüp; elinden tuttuğun, kollarını beline doladığın, kendine doğru çekip önce boynunu sonra saçını kokladığın gözlerini gözlerine kilitlediğin kadınla, yüreğime basa basa gittin...

adını duyunca değil, yanında başka birinin adını duyunca yanar aslında canın, derlerdi...
anladım ki; yanında başka birini görünce, cehenneme bir bilet kesmiş oluyorsun kendine...

4 Kasım 2012 Pazar

Tibet Diyarı...

bilinen bir gerçek var ki; mutlu anneler, mutlu çocuklar yetiştirir...
ve o anneler, çocuklarına ilk'leri ve de çoğu zaman en doğruları öğretenlerdir...

Derin bugün hayatının ilk çiçeğini aldı çok kibar bir çocuktan (kibarlık tanımı Derin'e ait)
Tibet...
adı gibi havalı bir çocuk... ve öyle güleryüzlü ki, yanaklarını sıkmamak için zor tutarsın kendini...
biz anneler, evvelden gelen tanışıklığımız ile rahat davranırken, çocuklar da ilk kez biraraya gelmelerine rağmen, bıdı bıdı sohbet ettiler...









Sibel... Blog arkadaşım benim.. bloğunu okuya okuya, Tibet neredeyse gözümün önünde büyüdü diyebilirim. yakın bir zamanda bir akşam kırdık şeytanın bacağını ve buluştuk...
ne güzel bir hediyesi evrenin...

bu sabah ise çok cazip bir teklifle açtık gözümüzü... Tibet, kibarlığını annesinden almış belli, taşınma telaşı içinde olduğumuzdan mütevellit İkea alışverişinde bize eşlik ettiler...
ve sonrasında çocukların onca kalabalığa rağmen bizi bunaltmamalarının ödülü olarak, tebdil-i mekan gerekli idi... eyy ulu park! bekle bizi :)

mini mini sohbetler, bak ben nasıl tırmanıyorum, aaa aferin Tibet'e, alkışlar Derin'e, anne bak, evet çocuğum, dur annecim, bakıyorum kızım, dinliyorum oğlum ile arada derede iki lafın da belini kırabildik şükür ki Sibel ile...

diyeceğim o ki, çantadan çıkan sürpriz gibi güzelleştirdi bu ikili günümüzü... ne iyi ettiler...

bir sonraki buluşmamız İstanbul Modern'de ve belki de önce maraton koşusunda yenildiğim dünyanın en hızlı koşan erkeği Tibet'i götüreceğim basket maçı olabilir... bilemiyoruz :)
tek bildiğim, biz bu çocuğun peşini bırakmayacağımız... :)
sevgiyle,
Duygu




aylardan kasım ve ben özlem doluyum...

akşam kızıllığı dolarken tüm odaya, heybeti ve yorgunluğuyla...
mutfakta akşam yemeği telaşına kapılmış bir halde çalacak olan telefonu gözlerken, aradığında O'na vereceğim cevabın kelimeleri bile zihnimde hazır olurdu çoğu zaman...
ses tonumu bile yüksek tutardım, ki buluşmanın heyecanını yaşadığımı O da hissetsin diye...
ellerimi boynumda asılı mutfak önlüğüne kurulayıp, sesime sakinmiş izlenimi verip aslında ayakkabımı bile yiyecek kadar heyecanlı olurdum, adına tanımladığım farklı telefon melodisini duyduğum vakit...
ve bilirdi, dakika dakika kafamda kurduğumu akşamımızı...
sıcak bir öpücük, bir karşılama faslı gibi dursa da, yaşadığımı bana hissettirecek kokunu içime çekmek demekti, bilirdi... ve arabasından inmeden sıkardı parfümünü, yüzümü gömdüğüm vakit boynuna, hücrelerime yaşamı zerk etmek için...
ben sadece bir an'ın peşindeydim...
gözü değdiğinde gözüme tüm gününü tahmin eder, duruma göre hazır eder sofrayı yada öncesinde karşılıklı oturur biraz sohbet ederdik...
ben yaptığım gıldır gıcık işleri öylesine anlatır, aslında lafı O'na bırakmak için sabırsızlanırdım...
sesi ne kadar büyüleyiciydi...
ya anlatırken ki yüzü...
"işte" derdim, O, yaptığı sıkıcı toplantıyı anlatırken, "ömrümün geri kalanı"...
karşımda... 
öyle kıyamaz bakardım ki O'na, yalvarırdım içimden yaradana, bitmesin...
geri kalan zamanımı sadece yüzüne bakarak, kokusunu duyarak geçirsem...
bilirdi güzel yemek yapamam, ama hiç kırmazdı beni...
bir kere yüzünü eğdiği olmamıştır, buluşmalarımızda yemek yapıcam teklifimi duyduğunda...
kibarlığı mıydı beni böylesine etkileyen?
bir erkeğin böyle zarif elleri olur mu hiç?
hiç mi sinirlenmez acaba?
kıskanırdım O'nu...
saçmasapan hemde...
yaptığı neşeli bir telefon konuşmasına tanık olduğumda, bir plan program yaptığında...
hep bir yer arardım kendime...
acaba sesinin cıvıltısı, yanımda olduğu için miydi? ben de davet edilir miydim? benden nasıl bahsediyor yada acaba bahsediyor mu?
öyle kıskanırdım ki, çok defa hayaller kurdum, bizi kimsenin tanımadığı, dilini, yolunu, izini bilmediğimiz başka ülkelere gidelim ve hiç dönmeyelim diye...
komik mi geldi sana?
hiç aşık ve çok kıskanç olmadın o zaman..
ben oldum...
ve yemin ettim...
bir daha olmam...



1 Kasım 2012 Perşembe

ev-lenmek...

hani derler ya, hayatına giren insanların, önüne çıkan engellerin bir sebebi mutlaka vardır diye. kimisi öğretir, kimisi öldürür, kimi yakar-geçer, kimi sever-gider... bir şekilde sana bir iz kalır, bir ders mutlaka...
gelene kollarımı açtığın gibi, gidene de el sallamak gerekir üzülsen de...
pek çok örneğini yaşamışsındır sende. 
durduk yere bir nefes, yoluna yoldaş olur ve anlamadığın bir zamanda çıkar gider hayatından...
çok arkadaşım olmuştur böyle...
şimdilerde her birini sevgiyle ansam da, yine de gitmelerine izin verdim...
dolaştırıyorum lafımı uzata uzata...
demem o ki, biz bir işe kalkıştık mercimek ile birlikte... 
hayatımı değiştirip doğup büyüdüğüm semte geri döndüm ya, elime kızımın elini tutuşturup... 
şimdilerde...
yeni bir yön çiziyoruz hayatımıza...
bizim mahalle (!) hayatımızdaki misyonunu tamamladı artık. yuvadan uçma vakti...
sığınır gibi geldim buraya 1,5 sene evvel...
annemin dizinin dibi idi aradığım güven...
aldım da ziyadesiyle (Allah başımdan eksik etmesin). ancak şimdi...
hem kızın okulunun bu semte uzak oluşu, hemde benim artık işe giderken çektiğim trafik çilesi, buradan taşınma kararı aldırdı bize...
güzel de bir ev bulduk, çok merkezi bir semtin sessiz sakin bir mahallesinde... okula - işe yürüme mesafesinde...
gidiyoruz...
birkaç gün taşınma telaşı saracak bizi...
ne heyecan!
o koliler gözümü korkutsa da, kıpır kıpırım...
Allah utandırmasın...

30 Ekim 2012 Salı

tatil ertesi...

her bir gidişimde biraz daha oraya ait kalıyor bir yanım ve her bir dönüşümde yaşadığım şehre, ne işim var benim bu yollarda diyorum hemde artık bağıra çağıra...
genetik midir memleket sevdası bilemiyorum ama Derin bile,
-bence biz böyle evlerde yaşasak her zaman mutlu olurduk, diyor...
öyle mutlu oluyorum ki, sorgulamıyorum bile cümlenin alt satırlarını...

soba kokusu, üzerinden kızaran ekmek kokusu önce ruhumu doyuruyor sonra karnımı... bahçeden topladığı maydanoza, kızımın elinin kokusunun sindiğini bir tek ben duymuş olamam... bu evde bir sihir var kesinlikle!

Türkiye'nin burnunda güneşi batırırken, dileklerimizi savurduk ufka doğru, biliyorum yeni gün ile gelen haberler hakkımızda en hayırlı olanlardı...
ve o yolları, yolda dinlediğim şarkıları, dinlediğim şarkılarla kurduğum hayalleri, kurduğum hayallerin içine yerleştirdiğim sevdiklerimi, sevdiklerimin bana bakışını tek tek kazıdım hafızama... gün geldiğinde zihnimden yaşamış olmanın provası olacak hepsi...

sevdiğim biri bayram mesajında "nicelerini seni en çok hak eden sevdiklerinle geçirmen dileğiyle" yazmıştı, içim cız etti okuyunca... sadece sevdiklerim ile geçirmek yetmiyordu, haklıydı... beni hak eden sevdiklerim olmalıydı... çok iddialı geldi okuyunca ama hak vermeden edemiyorum...
insan bilmeli kendi kıymetini de...
canının, kalbininkini de...

bu bayram, uzaklarda, en mutlu olduğum yerde, ailem ile geçti ama hiç beklemediğim anda, son gününde bayramın, hiç kıyamadığım birinden gelen bir dışlanmışlıkla son buldu... işte o zaman anladım, "hak etmenin" ne demek olduğunu...
canı sağolsun...
ama artık benden uzak olsun...



geldi geçti koca bir bayram tatili. yollar ve alınan bir dünya karar ile döndük yine hayat telaşımıza...
darısı nice güzel bayramların başına...
ama dur dur bu yazı böyle bitmemeli değil mi?
akşam kulağıma çalınan bir cümle belki okuyunca seni de gülümsetir...
- sen varya, herşeye izin veren tatlı bir Duyguşsun anne...
:) :) :) :) :) :)




22 Ekim 2012 Pazartesi

Yorgunum Mualla...

itiraf ediyorum haftasonu aktivitelerini kendime göre seçiyorum.
ben mutlu olamazsam, kızımı mutlu edemem çünkü :)

bu hafta yine gittiğimiz İstanbul Modern'de anlatıcı abla(!) fantastik dünyayı sorunca Alice Harikalar Diyarında'yı anlatmamak için zor tuttum kendimi....
anlattıklarını tırnaklarımı kemirerek dinlediğim de doğrudur.
seviyorum çocuk dünyasını...
tüm haftayı "Ela elle lale al" ile geçirince bünye daralıyor haliyle...
ödev yaparken anne olup, iş gezme tozmaya gelince 6 yaşında olmak da harika doğrusu...

bu haftasonundan payımıza düşenler, BlobTerre'in gerçek olmayan dünyası ve kimya deneyi idi...
ama olayın kreması aslında o denize bakarak kahvemi yudumlamak oldu...

ahh, birde içten meraklı biri olarak Peter Pan ilan edilmem, paha biçilemez :)

Derin, kendini tanımladığı haliyle yine atlayıp zıpladı hayalindeki okyanusun üzerinde...

birde parmaklıklar ardına hapsedilmiş denizkızı olarak gerçek insan olma hayalleri kurdu, uzaklara bakıp...

ben ise... önümüzdeki hafta atölyedeki Çin Oyunları'nda neler yapacağımızın hayalinde idim, sevine sevine :)

not: evet artık kumralım!

16 Ekim 2012 Salı

Capitol Dilek Ağacı...

"hayatta güzel şeyler hep olur. bir yanından biz de dahil olduğumuzda, güzellik hepimizin olur..."
diye başlayan çok güzel bir kampanya metni aldım geçenlerde...

Capitol AVM her sene farklı bir bölge ve il seçerek ulaşılması güç okullara ulaşıyor ve İstanbul'a kalben aradaki km.lerden bile uzak olan çocuklara bir dilek hakkı veriyor.

Capitol AVM'deki Dilek Ağacı'nda ve kiosklarda bu dilekler, dileğin sahibi çocukların fotoğrafları görülebiliyor, biraz gözler doluyor, biraz gülümseniyor ve eller ister istemez Capitol Dilek Ağacı'na gidiyor. Herkes seçtiği bir dileği gerçekleştirip teslim edilmesi için Capitol AVM'ye bırakıyor. Nereden alındığı önemli değil, önemli olan vaktinde alınması ve teslimat için kampanya bitmeden Capitol'e bırakılması...
Belkide el yazısı ile birkaç küçük not ile biraz umut ve mutluluk göndermek, o içten gelen cümleleri stickerla süslemek de serbest :)
Bu seneki ilimiz Nevşehir...

İstanbul'da değilsin yada gidip göremeyecek kadar uzak yada yoğunsun, o zaman aşağıdaki linkten online dilek seçip kargo bile yapabilirsin...
http://dilekagaci.capitol.com.tr/nevsehir/web/
Bugün okuduğum bir habere göre 1014 dilekten 750'si karşılanmış...

Hayatta birilerini sebepsiz yere mutlu etmenin huzurunu yaşamak için güzel bir fırsat...
Bir çocuğun ilk Barbie'sini sen verebilirsin, belki başka bir çocuğun hiç bilmediği dünyaları keşfe çıkmasını sağlayacak kitap seti senin hazırladığın paket ile çıkar yola... Bir diğeri zamanı yakalamak için koluna taktığı saatine her baktığında minnettar kalır sana...
Bir çocuğu gülümsetmek istemek çok insani bir duygu... Bunu yaşama şansını ver kendine...

Tüm dileklerin gerçek olması umuduyla...

9 Ekim 2012 Salı

fazeretim var fasabiyim ben!

yıllaaarr ve çok aylaaaarrrr önce idi, bir yazı yazmıştım... 
bu akşam ise pek bir değişiklik olmadığını gördüm o yazıyı yazdığımdan bu yana :)

-annecim, F harfi ile başlayan bir  hayvan söyler misin?
-hımmmm, felebek (kıkırdamalar)
- tamam, K harfi ile başlayan bir hayvan söyler misin?
- kilamingo (gülüşmeler)
-eee o zaman ödevini tamamlayalım, zıvanadan çıkmak üzeresin...
-öf anne yaa, sen hiç eğlenmeyi bilmiyorsun. hem ben sadece 2 elimle 20 tane kelebeği 2 dakikada nasıl boyarım. şu ellere baksana daha minicikler...

kelebek adedi belirtmedim ve zaman kısıtlamamız asla yok...
bu tamamen bir FAZERET!


NOT : ahh pardon, o zamandan bu yana çok büyük bir değişikliğimiz var: hayata kırmızı bir çerçeve ardından bakmıyoruz :)

8 Ekim 2012 Pazartesi

günler geçiyor Mualla...

cumartesi günü...
sokak beni çağırıyor, ev beni derle topla diyor, kızın ödevi, önce yıkanıp sonra asılacak ve kaçınılmaz son ütülenecek çamaşırlar...
akşam gidilecek doğumgünü için evde ikramlık bişiler hazırlanmalı, gidip hediye de almak gerek tabi....
o zıkkım kalabalıkta git bir spor mağazasına, beğen beğenebilirsen....
aldın mı hediyeni...
tüm İstanbul ağız birliği yapmışcasına yollara düşmüşken köprüyü geçmeye çalış...
trafikte kızın gönlünü eyle ki canı sıkılmasın...
gittiğin evde bir siyam kedisi olsun ve tek davetli çocuk Derin olsun...
neyse ki çocuk kedi delisi... sana pek elleşmesin orda...
geceyi güzel geçir, ye-iç-gül bir güzel...
eve dönüş vakti, bir cumartesi gecesi klasiği olarak yine trafikte kal...
kız arka koltukta sızmaya dururken...
bir cümle gelsin kulağına tatlı bir tını olarak...
-anne, sen gerçekten iyi bir annesin...

demem o ki Mualla;

"hayat kısa, kuşlar uçuyor..."
güzel haftaların olsun...


2 Ekim 2012 Salı

öpsem milyon kez, affeder mi beni?

- yarın yeni bir gün doğacak ya, yeni günden ne istiyorsun?
diye sordum...
- senin bana daha az kızmanı istiyorum,
dedi...

keşke eline bıçak alıp beni doğrasaydı o an...
inan bana, bu daha az acı verirdi...

1 Ekim 2012 Pazartesi

korkuyorum anne demese iyiydi ya!

hiçbir zaman tehdit ile yola getirilen bir çocuk olmadı, yüreğine korku salarak öğretmedim tek bir davranışı bile...
belki de biraz öyle davranmak gerekirdi, bilemiyorum şimdi...
okulda, sınıfta aldığı "bak yoksa bir daha seninle konuşmam" tehditlerini daha cesur karşılayabilirdi o zaman belki...
neyden sakınıyorsam bir bir karşıma çıkıyor okul yolunda...
böyle böyle büyüyecek elbette ama benim gözünün içine baka baka sevdiğim kızımın, okulda yaşadığı bir olayı anlatırken pıtır pıtır gözyaşı döktüğünü görmek, içimi deli bir öfke ile dolduruyor.
üstelik mevzu da ne? ya onunla arkadaşlığını bitirirse imiş!
çok da lazım, konuşmazsa konuşmasın diyen iç sesime rağmen en sakin ses tonumla anlatmak hiç de kolay olmuyor...
biliyorum bunu ona söyleyen arkadaşı da ailesinden öyle bir terbiye almadı, üstelik annesi de arkadaşım ama işte fıtrat denen şey varya, çocuk başka biri gibi...
ele avuca sığmayan, kural, görgü tanımayan bir çocuk...
ve tam bir çete başı, kendine seçtiği kurban ise Derin...
biraz hırpalanacak bizim kız bu sene ama o da öğrenecek dik durmayı...
benimle ağız ağıza yaptığı kavgaları düşünüyorum birde, bana karşı bu kadar dilbaz iken başkasına nasılda kıyamıyor... o da ayrı bir hırs mevzusu ya!

bak nasıl sinirlendim şimdi!!!

27 Eylül 2012 Perşembe

ben doğduğumda ne yapmıştın?

bir soru geldi akşam ödev yaparken...
- anne, ben doğduğumda sen ne yapmıştın? mutlu mu olmuştun, çok mu mutlu olmuştun, böyle bakıp bakıp gülümsemiş miydin? bana ne demiştin?.....
diye sıraladı bir sürü soru...

doğduğu gece sabaha kadar uyumamıştım, tek bir an gözümü kırpmadan öylece seyretmiştim, koklamıştım.
normal doğum yaptığım için ağrım falan pek yoktu, arada bir gelen titreme nöbeti dışında bir sıkıntım da olmamıştı...

uyuyana kadar anlattırdı...
- nasıl sevdin, ne dedin severken, ellerimden mi öptün, emzirdin mi beni?...

dinledikçe gevşedi, uyurken dilinde kalan bir cümle bu geceyi de uykusuz geçirmeme sebep olsa da, anlattım...
- anne, bazen öyle güzel anlatıyorsun ki...


26 Eylül 2012 Çarşamba

hoşgeldin sonbahar...

sonbahar bana hep alışkanlıklarımı hatırlatır.
bir önceki sezon takip ettiğim diziler başlayınca, hep bir önceki yılın muhasebesi şekillenir zihnimde..
"geçen sene bu zamanlar... " diye başlayan cümleler bazen tatlı bir gülümseme bazen de buruk bir iç çekiş ile sonlanır...
insan alıştığı zamanları yaşarken, alıştığı mekanlardan farklı yerde, alıştığı insanlardan uzakta ise...
daha bir zor tutulur önceki yılın envanteri...
bu sene farklı telaşlar içindeyiz neyse ki... dalıp gitmeye pek zaman kalmıyor.
eğri büğrü çizgileri rayına oturtma, öğle yemeğinde ne yedin soruları, a aaa ne de çok ödevin varmış sohbetleri, biliyor musun Eylül sınıf başkanı oldu bilgilendirmeleri ile insan pek zaman bulamıyor depresif olmaya..
hayatımızın zor ve eğlenceli olmaya başladığı bu sonbahardan dileğim; önceki seneleri aratmayacak güzellikte geçmesi...
hepimiz için...

sevgiyle,
Duygu


23 Eylül 2012 Pazar

kimseye etmem şikayet...

aslında çok uzun zaman önce öğrendim  seçimlerimin arkasında durmayı...
sitem de etmem, bazı zamanlar anksiyete halinde olduğum doğrudur, ancak Karadenizliliğime ver, saman alevi işte...
türlü türlü aksilikler, hastalıklar, telaşlar içinde bir yerlere yetişme telaşına kapıldığım zamanlar, sinirlerimin en zayıf olduğu anlar... beden bu yoruluyor tabi...
1 sene 2 ay önce boşandım...
minik kızıma yaptığım en büyük haksızlık olarak gördüm kimi zaman bu durumu. ömür boyu vicdan azabı çekeceğimi, kızımın beni hiçbir zaman affetmeyeceğini düşündüm. geceler boyu ağladım....
okumadın, bilmedin blog...
taslaklarda 23 tane benzer yazım var, ancak hiçbiri yayınlanmadı...çünkü bu blog, Derin'in bakarken mutlulukla okuyacağı yazılarla dolu olsun istedim hep.
yazdım-kaydettim, yazdım-kaydettim, sen hiçbirini okumadın ama ben hepsini söylemiş oldum...
şimdi öyle değil...
bugün, bu an, bu ara... yaradana ettiğim şükür ağız dolusu....
çünkü ben...
kızımı imkanlarım dahilinde okutabileceğim en iyi okula kayıt ettirmenin peşindeydim bunca zamandır...
okullar açılalı 2 hafta oldu, soranlar oldu Derin'in okulunda ilk gününü merak ediyorum diye...
bunun cevabı için yarını bekleyeceğiz...
öncesinde yazmak istediğim birkaç konu daha var...
hayatım boyunca duygusal ihtiyaçlar hariç, hiçkimseye karşı talepkar olmadım. ne para, ne pul, ne tanıdık biri, ne ayrıcalık...hayat bu, hep güzel insanlar çıktı karşıma, bin şükür...
her işimi kendim görmenin zorluğu ve beraberinde herşeye hakim olabilmenin özgüveni ile, bildiğimi okudum. amacıma ulaşana kadar ölüp bittiğim doğru, uykusuz gecelere ödedim hesabımı... akıttığım gözyaşları dillense de anlatsa... ama sonunda...
eğer doğru olduğuna / olacağına inanıyorsam, beni -Allah'tan başka kimse- yolumdan alıkoyamaz...
işte bu, inat mı desem, bildiğini okumak mı desem bilemedim, bu huyum yüzünden, aldığım kararlar oldu hayatımın ilk 30 yılını geride bırakırken...
beni yavaşlatan hiçbirşeye tahammülüm yok... yanımda desteğe ihtiyacım var, işler çığrından çıkmaya başlarsa beni sakinleştirecek, geçmese de geçeceğine inandıracak, en azından gönlümü eyleyecek biri olmalıydı hayatımda... bunca hayat gailesinde bir de başka birinin yükü değil...
işte bundandır... şimdi yoluma kızımla devam ediyorum...
yoruluyorum kabul, bazı zamanlar keşke de ölsem şimdi şuracıkta dediğim oluyor...
o an kızımın elleri geliyor aklıma, avucumu dolduran minik parmakları, bukle bukle saçları, soran gözleri...
dur diyorum, daha değil....
o kayıt ettirmek için çırpındığın okulundan mezun olurken akıtacağın 2 damla gözyaşın var sırada...
demem o ki blog....
ben yoruluyorum ama öyle bir soru geliyor ki ardından, durma diyorum, daha bu kıza vereceğin bir dolu öğüt, örnek olacağın bir sürü hareketin var...
mükemmel asla değilim ama öyle bir inadım var ki, yaşamaktan, hemde çok mutlu yaşamaktan başka,
Allah ve annemden başka kimseye sığınmaktan başka çarem yok...
çalışıyorum, iş yerime yakın ve eğitim sistemini beğendiğim bir okula kayıt oldu kızım cuma günü...
şimdi...
ekim ayında başlayacak öğle yemeğine kadar beslenme çantası götürecek yanında.
mutfaktan gelen kek kokusu, hazırlanmış okul formasının karşımda duran görüntüsü, yeni ayakkabıların verdiği heyecan, artık içi, gerçek yazma kalemleriyle dolu kalemlik ve yaşına uygun pembeli dallı suluğu ile bizde okul yolunda gerçek bir adım atacak olmanın heyecanı ile dopdoluyuz bu pazar akşamında...
pazartesi sendromunu tek başıma yaşayacak bir anne değilim artık, cuma günleri hem bir özgürlük hemde ödev stresini getirecek beraberinde...
olsun be!
ben o stresi yerim!...
ben varım...
hemde çok anne, çok kadın, çok çalışan, çok yorulan ama her daim şükreden ve dahası için çırpınan bir Duygu...
Merhaba!

19 Eylül 2012 Çarşamba

yorgunken konuşmamak gerek...

dün gece...
uyku öncesi Rapunzel'i anlatıyorum mırıl mırıl... ama gözümden akan uykunun ölçüsünü anlatamam...
bayılıyorum resmen...
sakin sakin anlatırken, birden...
-ve Rapunzel babasına herşeyi açıklamaya karar vermiş...
diyiverdim...
o sırada uykuya geçtiğimi biliyorum ama rüyamda ne gördüm de böyle bir cümle kurdum ve öncesinde neler söyledim hiçbir fikrim yok...
tabi durur mu mercimek, hemen ardından bir uyarı geldi...
- anne bence bu masalı bırak, çünkü gerçekten saçmalıyorsun...

17 Eylül 2012 Pazartesi

bilmeden sakladığım bir sır'rım varmış...

Neden Bulut'un kardeşin olduğunu bana daha önce söylemedin, diyip küstü bana...
doğduğundan beri Bulut (dayısı) O'Nun için sadece Bulut'muş demek.
ikimizinde anneme "anne" demesi, hatta Bulut'un bana "abla" demesi de Derin için kayıt dışıymış...
dayının, annenin erkek kardeşi olduğunu anlamadım mı yani ben ona 6 senedir...
ne tuhaf!
bazı durumları nasıl açıklarım, çocuk sarsılır dediğim olayların çok çok dışındaydı bu mevzu...
şimdi ters köşe oldum...
bide ağladı, bunu benden neden sakladın diye...

hey Allah'ım...

13 Eylül 2012 Perşembe

mercimeğin kendini bileni makbuldur

-ben Derin, 6 yaşındayım. çok güzel resim çizemiyorum ama çok resim çiziyorum. bir yerden atlamak benim işimdir.
bide ağlamak bana hiç yakışmıyor...

diye tanımladı kendini...
aklında bulunsun, zorlu bir parkur çıkarsa karşına, atlayacak adam var bizim buralarda :)

6 Eylül 2012 Perşembe

biz her ayrılıkta biraz daha azalırız...

sende eve gittiğinde, evde yemek yediğinde, sonra televizyon izlediğinde, uykun geldiğinde, pijamalarını giyip ışıkları söndürdükten sonra yatağına yattığında beni düşünüyor musun?
diye sordu bana...

sanki O'ndan başka düşünecek ve özleyecek kimsem varmış gibi...

4 Eylül 2012 Salı

durunca zaman...

sen..
hiç büyümüyorsun,
sadece...
zaman geçiyor....
bu mutlu ifade asılı kalsın suratında miniğim...
şimdi dünyaya bu en tatlı kırmızı çerçevelerinin ardından bakmasan da, biliyorum dans eder gibi yaşıyorsun hayatı...
dilerim, şarkın hiç bitmesin...

motto

gün geliyor hafif bir baş dönmesi, mide bulantısı, gözlerde karartı... halsizlik...
sanırım "kararlılık" beni tutuyor...
olsun...
iyi böyle...
yoluma devam etmek...

3 Eylül 2012 Pazartesi

bazı insanlar kardeşten ötedir...

yanımıza yoldaş, soframıza kardeş, hayatımıza ortak ettiğimiz kimileri vardır hayatımızda...
yoklukları düşünülemez, varlıkları şükürdür...
ben şanslıyım ve biliyorum ki kızım da öyle...
bir kardeşi yok, ancak kardeşten öte biri var hayatında...
dilerim hep olsun...
Emre...
Derin'in romantik dostu(!), tanıdığımız günden beri binbir bahane ile Derin'i hediyelere boğan, kafasında sürekli O'na yapacağı evlilik teklifinin hayalini kuran, her bir boşlukta elini, tutmak, sarılmak için fırsat kollayan, sözünün eri, kıskanç bir aslan burcu erkeği...
Kızımın en yakın arkadaşı (!).
gözlüklü zamanlarımızdan, okul hayatının ilk günlerinden beri bizimle ve biliyorum ki ömür boyu hep orda, varlığı yanıbaşımızda olacak...
ve Serap...
Emre'nin annesi, benim özel dostum...
birlikte olduğumuz anlara ait fotoğrafımızın olmaması ne büyük eksiklik...
tek bir karemiz varmış birlikte çekildiğimiz ama yanımdaki varlığı öyle çok ki...
hiç eksilmesin dostluğu...
şükür ile...