29 Kasım 2010 Pazartesi

bu kez böyle olsun... kızmaca yok!!!

"insanın neresi ağrıyorsa, canı ordadır" derler ya...
benim içim ağrıdı bu gece...
beynimin sol yanındaki o lekeymiş, kullanacağım ilaçlarmış...
yok...
benim bugün canım ağrıdı...
o öksürürken soluksuz kalana kadar,
sırılsıklam olmuşken saçları...
ağrıdı işte, sol yanım...
öksürük altı üstü deme...
altı da can, üstü de...

yazıyorum ki, geçsin - gitsin - bitsin...
ve her canım yandığında,
ilacımı almayı her unuttuğumda,
benim canımın yanması gibi,
onun da ben hastalanınca canının yanacağını biliyim diye...

söz uçar, yazı kalır diye...
bugün canım ağrıdı diye,
herzaman mutluluk balonu gibi değiliz bizde,
bana sitem edenler, bir nebze olsun anlasın diye...
derdim var, anlatmadım, yazmadım, sanma ki sorunsuzum işte diye...

bir öksürük mü sebep oldu...
hayır!!!
sadece bugün, küstüm işte, ne yaparsam yapayım kazanamadım bazılarını işte, ne dedimse anlamadı o diye,
bugün tüm dünyayı karşıma alıp,
sevmeden, sövesim var işte...

28 Kasım 2010 Pazar

büyümek...

bu olsa gerek...
30.09.2009


28.11.2010


23 Kasım 2010 Salı

bir dostun var senin çocuk...

Dostları olmalı insanın...
Elini omzuna rahatça atabilmeli,
yanında her türlü şımarıklığı yapıp, hayaller kurabilmeli ne kadar anlamsız olacağını düşünmeden...özlemeli...
sıcacık bir sarılmayla herşeyi unutabilmeli...
ortak zevkleri olmasada, bir yolunu bulmalı aynı dili konuşmanın...
doğaçlama yaşayabilmeli O'nunla... ayrı tellerden çalınsa da, aynı melodiyi yakalayabilmeli... sadece kendilerinin anladığı basit bir dili olmalı aralarındaki dostluğun...
ve bulmuşsa öyle birini, o eli hiç bırakmamalı...
not : tatilimizi şölene çeviren o çok güzel-özel anneye ve süper çocuk Emreciğime bin teşekkür...
iyiki varsınız...

16 Kasım 2010 Salı

hayata hoşgeldin çocuk... yaşama sırası sende...

bazen...
oyununu kendin yaratırsın...
neyi, nasıl görmek istiyorsan...
bazen...
yapılmış olandan faydalanırsın, belki eğlenmek adına, belkide düzenli olmak...

bazen...
hayallerin elinde şekillenir...
çizersin, mutlu olmak için aya merdivenle çıkan bir çocuğu...
yada, eliyle ateşini ölçen bir köpek balığını... merak etme, düzeltmem seni, elleri varsa eğer ve hele hele ateşlenebiliyorsa, kimin umurunda balıkların burnunun olmayacağı... ve hatta kesin o nutellayı da çok seviyordur :)
bazen...
karar veremezsin, ne olmak istediğine, neyi sevip, neden nefret ettiğine... hepsini ister canın,
o zaman tuhaf olmaz değil mi, şimşek mcqueen arabasının yanına sihirli prenses değneğini iliştirmek...
bazen...
ilk öğrendiğin ben'liğini, adını yazabildiğini görmek bile yeter kendini ordinaryus gibi hissetmene... bir kelime ile başlar herşey ve her zaman önce "sen" olmalısın...
işte...
hayat böyle ve hoşgeldin çocuk...

14 Kasım 2010 Pazar

derin'in -i hali, durum ihlali...

tazmanya canavarı desenli saçma bir bardaktı elindeki. ama, O, bir hazine bulmuş gibi tutuyordu elinde bardağını...
yüzünde anlamsız bir sevinç.. (çocuklar ne kolay mutlu oluyorlar... evde zilyon tane çizgi film karakterli bardak varken başka bir yenisine sahip olmak onu böyle delirtmeye yetiyor işte.. garip! )
sonra...
yolda yüzüstü kapaklandı yere, dizini taşa çarptı, kan içinde kaldı bacağı ama o, bardağım kırıldı diye ağladı...
belki düştüğü için ağladığını, gizleme bahanesiydi bardak, belkide benim anlam veremediğim o az önceki sevinç, ruhundaki canavarı sembolize eden karaktere olan bağlılığındandı ve o karakter artık yoktu :)
eve girmeden aynı bardaktan bir tane daha aldık...
sustu... (çocuklar ne kolay avunuyorlar... oysa dizi hala deli gibi kanıyordu)
apartman girişinde alt komşumuz ve kucağındaki 8 aylık kızıyla karşılaştık...
ben, Derin'e, bir zamanlar onunda böyle minicik olduğunu söylerken, komşumuz kızına, "sende bu abla gibi büyüyüp merdivenleri koşarak çıkacaksın" diyordu...
aklımdan, "büyümesin, bak koşarken yine bir yara daha aldı bacağına, üstelik bu geçecek belki sadece izi kalacak, ama gün gelecek, yaşayacakları daha derin izler bırakıcak ruhunda, o zaman hangi yara bandıyla koşacaksın ardından... büyümesin, sen hep kucağında taşı onu..." demek geçti... sustum...
ben geçmişe özlem doluydum, o geleceğin hayali içindeydi...

hayat harbiden tuhaf yaa...
anne dicek mi?, yürüyecek mi? dişiydi, çişiydi derken... bugün dudaklarına nemlendirici sürmeye başladı, geçen günde, ince çorabımı giymişti... eteğine uygun desenli çorap kavgası, saçlarını savura savura yürümesi... kalas gibi sallanarak dans ederken 2 hafta önce, bugün harbi göbek atıyordu karşımda, tabi üzerinde tütü ve bale pabucuyla... modern çingenem :)

hayat içimizden geçiyor... durmadan... ve evet ben artık yaşamaktan yazamıyorum. öyle bir yaşamak ki, hiçbir pişmanlığa yer bırakmayacak yüreklilikte...

not: foto yok... bu anları yaşamanın hüznü ve akabinde mutluluğuyla kendimi olaylara bırakıvermişim...

4 Kasım 2010 Perşembe

hani psikolojisi bozulmasın diye şeyettiydim...


5 gün önce alınan 2 japon balığını 1 gece arayla kaybeden bir anne olarak çok mu beceriksizim, yoksa çocuğuna bu durumu açıklamak isterken, acınası hale düşen bir anne olarak çok mu zavallıyım???
olay şu...
babannenin durumu bilmeden 1. balığımızın (ki adı aydede idi) küt diye öldüğünü söylemesi üzerine, 2. balığımızı (o da çiçek diye anılırdı) kaybedişimizi daha yumuşak anlatıcam...

ben böyle bilmiş bilmiş, en şirin ses tonumla bıdı bıdı konuşuyorum...

-derincim biliyorsun balıklar büyük denizlerde yaşarlar, biz aslında onları o küçücük fanuslara, akvaryumlara hapsederek onları üzüyoruz, buna daha fazla izin veremezdim, senin fikrini almadım ama anlayışla karşılayacağına eminim, biz çiçek balığı özgürce yüzmesi için denize bıraktık...

nasıl?
sencede harikulade bir açıklama değil mi? zaten 1.balıkta ölüm kavramını anladı çocuk, bir daha bir daha olayı yaşatmaya lüzum yok... usul usul anlatıyorum işte...

ve Derin buyurdu,

-yani çiçek balığın öldü mü demek istiyorsun anne...

-hööö ?!?!?!?!

bende çocuk psikolojisi, aman hassas olur, kabullenemez zart zurt düşünüp duruyorum...
duyarsız bir çocuk mu büyütüyorum ben ne?

2 Kasım 2010 Salı

ve birgün biri gelir ansızın...

kimileri var (dı) hayatımda, ne yaparsam yapayım mutlu edemediğim, kimileri var(dı) hayatımda, ne yaparlarsa yapsınlar mutlu olamadığım...
bazısını hiç kaybetmek istemedim, gittiler, bazısı için hiç öyle çok birşey yap(a)madım, hep elimden tuttular...
hayat bu.. herkesi aynı anda mutlu etmek zor...
ama biri var ki...
bir mesajla başladı herşey... maille devam etti... yetmedi telefonlar başladı, en zor anda gelen sıcacık mesajlarla, aylar geçti "bende tam şimdi seni düşünüyordum" diyerek...
bana artık düşünmek yetmedi... gitmeli, yüreğime dokunanı görmeli, hayatına sızmalı, konuşurken görmeliydim mimiklerini... yaptım...
O, ben kokuyordu... aynı penceredeydik hayata bakarken, aynı yolun birbirinden habersiz yolcuları, bildik anne idik...
kızlarımızı büyütüyorduk farklı coğrafyalarda, başka kentlerin havasını soluyarak...
sonra, o büyüttüğümüz kızlarımız... biz 2 kişi olucaz derken, bize 4 olmayı yaşattılar...
bir çocuk yalnız büyümemeli lafımı hiç böylesine doğrulayacağımı düşünmemiştim oysa ki...
Defne... Derin'e arkadaş, kardeş, abla ve bizim nitelendiremediğimiz ama onların içinde yaşadığı birsürü tanımın adı oldu...
ve biz dönemedik gittiğimiz yerden, sol yanımızda kocaman boşluk kaldı...
teşekkürler özel kadın... evinde misafir gibi değil, akşamüstü kahvesine habersizce uğrayan 40 yıllık komşu kıvamında ağrıladığın için bizi... yüreğinle, duygularınla ağırladığın için... dönerken arkamızdan bakamayışın için... bizi, dönerken arkamıza bakamayacak kadar "siz" dolu bıraktığınız için...

ve ağzımızda bir sohbet tat bıraktığın için...