29 Mart 2010 Pazartesi

pulsuz dilekçe...

sevgili çocuk...
sanıyorsun ki dünya senin etrafında dönüyor. tüm renkler senin için, tüm çiçekler sana, yağmurlar, güneş ve yıldızlar... 3,5 aklınla nasıl da yorumluyorsun hayatı bilinçsiz ve hunharca...

bu mektup sana çocuk... tüm öfkemle... kızgınlığım, yorgunluğum, tüm özverime rağmen özensiz oluşuna...
bugün dökülmüyorsa dilimden mıçmıç sözler, sevgimin azaldığından değil... aksine seni bunca sevmesem, bunca üzemezsin beni...
karşıma alıp konuşsam, çocuk; herşeyi bırakıp oynasam bebeksin işte...
nasıl bakarsam sana öyle davranıyorsun... ve ben bazen unutuyorum seni karşımda nasıl şekilllendirmem gerektiğini...
dağınığım çocuk... ne yaparsam yapayım, engel olamıyorsam krize girip, karşımda masayı yumruklayarak konuşmana, kendime pay biçiyorum... örnek olan ben mi oldum diye... iğneyide çuvaldızı da kendime batırıyorum ama canımı yakan o ince, sivri uç değil, ağzından çıkan "git burdan artık" oluyor... nasıl giderim yahu???
kulaklarımı tıkayıp, duymamak işin kolayı biliyorsun değil mi? yada bende biliyorum seni odana gönderip düşünmeni sağlamayı. belki biraz sesimi yükseltmeyi, seninle inatlaşmayı... yapmamam acizliğimden mi, yoksa sonsuz sevgimden, sabrımdan mı bilemeyecek yaştasın... ama beni nasıl alt edeceğini pekala biliyor, damarıma basmaktan geri kalmıyorsun...
"ikimizde birbirimize kızdık, arkamızı dönüp uyuyalım" derken, çok mu ciddiydin... ben 3 saniye sonra sana sarılınca içinden kıs kıs güldün mü? belki bu gülüş sevginden oldu yada zaferinin mutluluğundan... belki de gülmedin... belkide ben sana sarılınca o güvende olmanın hissiyle rahatlayıp, tıs tıs uyumaya başladın...
of çocuk... gündüzün en uzun yaşandığı gün gibi bugünüm... yorgunluğun tavan yaptığı... anne olmanın en dayanılmaz gecesi...
sana kaldıramayacağından fazlasını vermekten korkuyorum... sen biraz daha büyürken, ben bu ara hep eksiliyorum...

giden bir sevgilinin ardından bakar gibiyim, gözümün içine bakaaaa baka sarılışlarını düşünürken... abartıyorum dimi... ama hep abartmadım mı sanki... seni severken de, büyütürken de... hep göklerde değilmiydim... şimdi kızgınlığımın büyüklüğüne şaşırma... sen çok'sun bende... en çok...

bugün sana kızgınım çocuk... bugün sana kırgın... bugün ben çok yorgunum... bugün daha az sevgili, daha çok anneyim...

üzgünüm çocuk...

22 Mart 2010 Pazartesi

saçmalık demeye dilim varmıyor ama düpedüz saçmalıyor yahu...

ben - derincim tabağındaki fındıkları yermisin?
derin - onlar fındık değil, kurbağa kermit.
ben - peki o zaman tabağındaki kurbağa kermitleri yermisin lütfen...
derin - anneeeee çok komiksin, hiç kurbağa yenir mi?
??!!??!!

derin - anne penguenler balık yer, bende balık yiyiyorum...
ben - evet annecim, meselaaaa kedilerde süt içer bizde süt içeriz... bunun gibi...
derin - ben büyüyünce penguen olmam dimi ama kedi olabilirim mesela... adımda cincır olsun...
??!!??!!

derin - çok süt içersem ruj sürecek kadar büyürmüyüm???
??!!??!!

derin - anne keman çalmak istiyorum ama öğretmenim erkek olmasın. erkeklerin sakalları oluyor, tiskiniyorum(!)...
ben - tamam bizde eğer öğretmenin erkek ve hatta sakallı bir erkek olursa, traş olmasını söyleriz.
derin - ama o belki seviyordur sakalını... olmaz anne kız öğretmenim olsun. ben kızları daha çok seviyorum...
(tanrım bir feminist yetiştiriyorum sanırım, duyarlı bir feminist)
(birde çok kılıfına uygun bir bahane oldu, hiçbişi diyemedim)

derin - anneee baksana karnım şişti, acaba içime bebek mi kaçtı?
(işte ben bu soruda iptal oldum)

derin - biliyomusun anne, bugün bizim okulumuza doktor geldi, dedikiii, çocuklar sabah uyanınca okula gitmeden önce kaşıkla (!) nutella yemesi gerekirmiş... yaa anne gülmeeeeee, doktor öyle dedi...

bazen hiç olmadık anlarda, mesela ben onun televizyon izlediğini düşünürken, o aklından bir oyun kurmuş oluyor ve bu oyunu benimde o anda onunla oynadığımı hayal ediyor. eğer oyunun kuralına uymazsam (!), feci cezalandırılıyorum... şunun gibi;

ben - derincim neden bebeğin yerde duruyor, bak üzerine basabilirim yanlışlıkla...
derin - bastın zaten, az önce yanından geçerken, biz bebeğimle alışverişe gitmiştik ve sen ona çarptın... o da ağladı ama sen ona bakmadın... bende sana küstüm... şimdi odana git ve düşün... hatanı bul öyle gel...

ben - derincim sadece pilavını değil, lütfen nohutlarıda yermisin?
derin - hayır yemiycem işte... ikide bir ikide bir aynı şeyi söyleme...
ben - ama nohut yemezsen alman gereken vitamin eksik kalır...
derin - ben kocaman olmak istemiyorum. sadece pilav yiyip şu kadar (eliyle gösteriyor) büyümek istiyorum... senin kadar büyümek istiyorum (bu da inceden bir hakaret)

günlerimiz pek bir dilli, terslemeli, laf sokuşturmalı, yalanlı-dolanlı artık...
birde böyle deneyelim bakalım...

21 Mart 2010 Pazar

artık sevgilim olmayabilecekmisin???

pis kokulu bir yalnızlığın ortasında yada tüm renklerin anlamını yitirdiği lacivert bir eylül akşamında girmişsen, o küçücük ama bir aşk için gayet yeterli boşluktan içeri, ben istediğim içindir. çünkü birinin gidişini en iyi bir başka yalnızlık doldurur... sen kendi başınalığınla koca bir dünya iken, benim için hiç ayak basılmamış bembeyaz bir kar örtüsü yada durgunluğuyla dibine çökmüş yosunların, tek kulacımla hareketlenebileceği turkuaz renkli tropik bir ada idin... gözlerin kadar derin bir ada... sen geçmişi kalabalık, bugünü karnaval biri bile olsan, senin kalabalığın olma arzusunda olan ben için, dünyanın en yalnız adamıydın...
gelişin sadece günü kurtarmaktı belki, yada bir karşılaşmaya, bir telefon sohbetine, ne biliyim bir sabah karşılıklı gülümsemeli sıcak bir selamlaşmaya fazlaca anlam yükleyen sadece ben değildim... ve aslında senin istediğin, içini yakıp kavuran bir aşk arzusunda iken bile, hükümranlığının cazibesinde hesapsız, kitapsız bir yaşamı birlikte götürmekti... olmaz kocaman sevgilim... çünkü aşk, hem gitmeyi, hem kalmayı barındırmaz. çalan telefon birkaç kez açılmazsa, cevapsız aramalar, cevapsız sorulara; gelen aramalar, biraz daha gitmelere dönerse, yorulur o tuşlara basıp numarayı çevirende, o telefona bakıp "yine arıyor" diyende... yoruldum/n...
saat ayrılığa çeyrek var... birazdan gideceksin... dur demeyeceğim...
çünkü biliyorum, gelişin bir boşluğu doldurmuştu evet, ama gidişin bir boşluk yaratmayacak bende... sen giderken en çok beni götürüyorsun yanında, en olmadık anda karşına çıkmam için... bir alışveriş sonrası kasa kuyruğunda önündeki bayanın parfüm kokusu tanıdık gelecek sana, bana yakıştırdığın saçma alelade bir kelimeyi alakasız birinin ağzından duyduğunda, yolda gördüğün birinin telefonla konuşurken karşısındakine coşkulu coşkulu söylediği "sevgilim" kelimesinde, kol düğmene her bakışında, traş sonrası sürdüğün kremin, sıktığın parfümün kokusunda... sen gidiyorsun ya, benide saklıyorsun aklının her köşesinde...
bir daha böyle sevilmezsin demeyeceğim... bunun koca bir yalan olduğunu biliyorum çünkü kadınlar hep sevdi seni... hep etten duvardı etrafın... duyuyordum ve acı ki artık biliyorum da...
ama kimsede böylesine yaşamayacaksın. kimin gözünün kenarında heran akmaya meyilli bir gözyaşı olabilirsin... çok acıttığın için değil, sadece "çok" olduğun için... çok sevgi, çok öfke, çok özlem...
sen bana bir burun sızlaması, boğazda düğümlenen birkaç kelimesin... birde kullanması zor ama sen seviyorsun diye büründüğüm saç modelimsin... aynaya baktığımda salak salak gülümsediğim, liseli talebe gibi görünen ifademsin... hep sevildin evet ama kimsede belki bu kadar yaşamayacaksın...
bir soru işareti kıvrımına gizledim tüm cevapsız sorularımı... 3 yanlış, bir "ben"i götürür biliyorsun kuralı... boş bırakmanı tercih ederim aslında... ama yapmayacaksın... ve bitecek... sen artık kocaman sevgilim olmayacaksın ama hiç kocamayan, yürek sızlatan bir yaşanamamışlık olacaksın...
vakit doluyor... artık sevgilim olmayabilecekmisin???

not: bu sadece bir denemedir...

16 Mart 2010 Salı

ingiliz bir yaşam...

o ingilizce konuşmayı öğrenirken, ben hayatında olup bitene ingiliz kalıyorum...
birgün geliyor maraton koşucusu olmaya karar vermiş, bir gün elinde kaşıkla en sevdiği yemeğin pilav olduğunu anlamış ve pişirmeye çalışıyor...
birgün içine kaçan heykeltraş konuşuyor karşımda bıdı bıdı,
birgün oval balık avlamaya giden bir balıkçı... balığın oval olması önemli bir detay... çünkü o gün kreşte o şekli öğrenmişler. hay ben böyle müfredata... diyorum içten içe...
saçma sapan sözler doluyor kafamın içine gün biterken...
o ne ara öğrendi fuşya rengini bilmeden, evde fuşya renginde bir ŞEY arıyoruz. ah birde ne aradığımızı unutmasak...

bu akşam beni karşıladığı şarkıyı hayatım boyunca unutmam mümkün değil...
umarım orjinal halini değil de hep bu sözleri hatırlarım...
van mini fingır, van mini fingır, tap tap tap...
pontondu seelin, pontondu fulur, mınımını (burda iyice uyduruyor) onyor moot...

aslında söylemek istediği,
one little finger, one little finger, tap tap tap...
point on the ceiling, point on the floor, put it on your mouth...
çocuk sitelerini daha önce 10-100-1000 milyon kez izleyip, şarkıları dinlemesem neden bahsettiğini anlamam mümkün değil... birde beste var ki kulaklara zarar...
ve yine bu akşam kağıt elinde, ingilizce kare çizmiş bana... sen hayatında hiç ingilizce kare gördün mü? belki zilyon kez ingilizce "kare" diyebilirsin, duyabilirsin ama asla ve asla bu şekli ingilizce çizemezsin...
hatırlıyormusun ilk günlerde ingilizce dersine girmeyi reddetmiş, bana "bizim ingilizce öğretmenimiz gelmiyor" diye yalan uydurmuştu... şimdi sanırsın ki okulda sadece ingilizce eğitim görüyorlar...
gutyornink, yello, yor aaay kahverengi (!)...
bu uyduruk kelimeleri anlamaya çalışmadan önce
fuşya bir "şey" bulmalıyım ve mümkünse Türkçe...
ingiliz bir yaşam oldu bizimki... takılmıyorum bile... nasılsa benim gibi çabucak sıkılacak bu yarı uyduruk cümlelerden, o zamanda belki anası gibi italyanca, ispanyolca gibi akdeniz dillerine sarar... kavga eder gibi konuşmaya çalışırız...
ama şimdi modaya uyarak veda etmeliyim, ingilizce bilmeden hepinizi I LOVE YOU! :)

11 Mart 2010 Perşembe

tek derdim, göz kırpamamak olsa...

belki bunu bir kusur olarak görüyor yada kendini yetersiz buluyordur ne biliyim...
insan göz kırpamadığı için üzülür mü?
belki altında "derin" bir anlam yatıyordur, göz kırpmak istemesinin...
birine, mesela yemek yerken, "hadi gel yemeğimizi çabucak bitirip oyun odasına gidelim" diyecektir de, beceremiyordur...
yada...
tabağındaki ekmek diliminin altına bir parça beyaz peynirini sakladığını gören öğretmenine "şişştt aramızda kalsın"ı anlatmak istemiştir de, olmamıştır...
kim bilir?
mercimek o... bize göre saçma, ona göre dünyanın en elzem gereksinimi içindir göz kırpma hadisesi...

o bunlara takılırken...
ben mesela yarınki yemek mönüsünü planlıyor ve sadece planlamakla kalmıyor, hazırlığına girişiyorum...

karnıbaharları yarın akşam kızartmaya hazırlamak için bu geceden haşlamaya başlamışken, birden anlamaya başlıyorum kızımı...
belki benim hayat telaşım büyük ama eşittirde onun kreş macerasına...
ben tüm aileye yetmeye çalışırken belki o da, kreşteki tüm oyun odalarında aynı anda bulunup bütün oyuncaklarla oynamayı, buna yetişebilmeyi diliyordur... belki bunun için ihtiyacı olan tek şey bir göz kırpma hareketiyle yanında belirecek olan bir kopyasıdır...

belki en az onun kadar bende abartıyorum bu hadiseyi... ağzından çıkan her cümleye takılmamalı, yapamadığı değil yapabildiklerine yoğunlaşmalıyım...
anneliği öğreniyorum bende... çalışan bir annenin, çocuğuna karşı duyduğu mahcubiyet sarıyor tüm aklımı ve eve geldiği an ağzından çıkanı bulup vermek istiyorum ona... o göz kırpamıyorsa, kimse bunu beceremesin, hatta öyle bir hareket hiç varolmasın istiyorum...

saplantılı bir ruh hali biliyorum. ama bazı anlar onu severken dövmek bile istiyorum... içimdeki sevgi hırsını çıkarmak istercesine...

evet bu satırlardan sonra bir şizofreni okuduğunu düşünebilirsin... öfkemden deliye döndüğüm anlar olduğu gibi, sevgimden de deliye dönebiliyorum...

ve şimdiki ruh halimle, tüm göz kırpabilenlerden nefret ediyorum...

not: bu arada onunla konuşup bunu zamanla yapabileceğini hem yapamasa bile bunun çok önemli bişi olmadığını tabiki anlattım... bunları yazdım çünkü abartasım vardı, o melankoliyi yaşayasım vardı... ve rahatladım...

9 Mart 2010 Salı

totem...

yine dilek tuttum...
eğer bu muffin tatmin edecek kadar kabarırsa dedim, OLACAK...
saçma mı geldi...
kimin umurunda senin bunu saçma bulman...
seviyorum ben, en olmadık şeye derin anlamlar yüklemeyi...
hem o muffin de istemez mi bir gün olsun farklı şekilde algılanmayı...
üstelik,
dakika hesabına varana kadar diledim hepsini...
olacak işte...
biliyorum...
çünkü bende içimde kabarttım tüm isteklerimi...
muffinden tek farkım,
onun üzerindeki pembe glazür, benim için zaman...
not: bu çok kişisel bir yazı... no comment!!!

8 Mart 2010 Pazartesi

ben ne zaman büyümedim...

ne zaman kapağı açık bir nutella kavanozu görsem, elime yerleşiverir bir kaşık,
bir fotoğraf makinesi objektifine dönüktür yüzüm her daim, 32 dişimle beraber...
ve bir çizgi film takılırsa gözüme, ağzım açık mel mel bakarım ekrana, kahkahalarla...
tüm reklam müzikleri hep aklımdadır, markette içimden mırıldanarak yaparım alışverişimi.... (kirlenmek güzeldir... favorim)
boş bir kağıt parçasının tamamlayanıdır suluboya... ve alacalı renkler en çok benim elime yakışır...
dağınık yatak, oyuncaklı bir oda benim favori mekanımdır... nefes aldığımı hissederim... yaşanmışlık kokar orası buram buram... az önce oynayan bir çocuğun kahkahası kalmıştır o odada, nefesi sinmiştir yatak çarşafına...
seviyorum ben düzensizliğimin içindeki düzenimi... yoksa anneme nasıl açıklarım evimin son 1 haftadır mevcut halini :)

işe başladım ve zaman yönetiminden sınıfta kaldım... baksana buraya bile ne kadar az uğrar oldum, ne az yazar ama ne çok yaşar oldum herşeyi...
sana söylemedim dimi pazar günü gittiğim eğitim seminerini ve ilk veli toplantımda aldığım övgüleri... söylemiyim şimdilik... hoşlanmıyorum bana bunu dediler, şunu anlattılar falanı ama sen bil ki ben çok mutluyum...
yaşarken sıkıntı verenler, duyduklarım karşısında eriyip gitti diyim sen anla...
bizim mercimek büyüyor...
ben şimdi iyiki diyorum, iyiki biraz daha dağınık bir evde yaşayıp, çokça oyun oynamışım onunla, hep gezmiş, hep konuşmuşum, anlatmış, öğretmeye çalışmışım...

bizim yaptığımız, resimleri çizgilerden taşırmadan boyamak değil, boyanın içine dalıp hayalimizi resmetmekti... ve inan çok işe yaradı...

işte ben bu zamanlarda hiç büyümedim... hayatı sıfırladım kızımın doğumuyla diyorum ya hep, şimdi biz 3 yaş+2,5 ay olduk... off yatcaz kalkcaz sabah olucak dediğimiz günlerin en şükellaaasındayız... ve hayat bize güzel...

bugün dünya kadınlar günüymüş... ben 23 nisan havasındayım oysaki..
not: fotoğraflar, kilo almayan bedene inat çırpı gibi uzayan bacaklar için bulduğum zihni sinir projem... birde yoğurt kovası biriktirsem iyice babanneme benziycem... :)

4 Mart 2010 Perşembe

tersine olgunlaşıp maymuna dönen ben...

eğer elimde tuttuğum elbise askısında etek - elbise ikilisinden biri, yahut pembe renkli herhangi bir giysi, hadi olmadı tüllü - dantelli bir parça bişi olmazsa, okula gitmek istememe krizi yaşıyor olmam, çocuğuma okulu cazip hale getirme isteğim mi yoksa ona güne güzel başlamasını sağlama arzumdan mı kaynaklanıyor bilmiyorum...
en sinir olduğumda ne biliyormusun? ben onun için dolabın karşısında kıyafet seçerken, o bana yattığı yerden buyuruyor ya "bugün kırmızıııııııı" diye, işte ben o zaman o dolabın içine girip kapağını kapatsam ve "ben nerdeyiiiiiimmmmm" sorusuna kimsenin verecek cevabının olmaması dilemek istiyorum....
birde klişelerimiz var sabah uyandırırken, kurmak zorunda olduğum sihirli cümlelerimiz...
-günaydın içimin gülen yüzü...
-mutlu sabahlar, aydınlık güneşim...
gibi...
demedin mi... hemen okul servisini ara, çünkü muhtemelen gecikeceksin...
sen şimdi böyle anlarda kızımı kucağıma yatırıp nazlı nazlı sevdiğimi düşünüyorsun dimi?
elime terliği alıp fırlatma isteğim ruhumu ele geçirmeye çalışıyor o anda...ama...
yahu ben genlerine kodlanmış bir tomar vicdanla yaşayan bir kadınım... işte o an, "saçına bugün fön çekme, ruj da sürme zaten bir çizgi gibi duran dudakların var, amaaaannn kıyafet dediğin ne ki geçir üstüne bişi gidiver işe" diyen içsesimle sohbet ederek, kızımı şimdiye kadar duyan kimsenin inanamayacağı sakinlikteki ses tonumla ikna etmeye başlıyorum... ve inan bu çok kolay aslında...
o sadece, sabahları alelacele giydirilip, okula postalanmak yerine, biraz birlikte vakit geçirip, şenlikle hazırlanmak istiyor... yada ben öyle olmasını istediğini düşünmek istiyorum.
onun gözünden bakınca dünyaya herşey ne kadar basit aslında...
geçen gece onu uyuturken,
-iyi geceler prensesim, melekler korusun dedim...
-melekler korusun deme, aşk-ı memnu de, dedi...
salak salak gülümsedim.. evet saçma bir mantıkla bütün romantizmin içine etti ama bende onu gıdıklayarak uykusunun içine ettim... :)
kimin kime ihtiyacı var bilmiyorum... heran tepemde gezdirecek kadar şımarttığım ama bir sözüm, bir bakışımla yerine mıhlanan kızımın mı, yoksa giydiği kıyafetle mutluluğu yüzüne yansıyan kızına bakıp, "ulan ne iyi iş yaptım bu kızı doğurmakla" diyen benim mi?
kum saati akıp gidiyor, birimiz bir diğerimizi feci halde kandırıyor ama kimin kimi uyuttuğunun önemi yok... evcilik oynar gibi yaşıyoruz...


not : farkındamısın, sorduğum soruların, sonu "bilmiyorum"la biten cümlelerim ne kadar fazla... tüm bildiklerimi temize çekiyorum sanki yaşarken... ne garip, Derin büyürken, ben kendimi tanımaya başlıyorum...

1 Mart 2010 Pazartesi

3 mum var elimde.. biri size, biri bana, biride hayallerime..

aslında hepsi tek bir kişiye ait... ve hepsi tek bir dilek için aslında... nasıl bir gönül zenginliğiyse bu, 3 mum yakıverdim işte...
biri size...
bahşettiğiniz hayat, sunduğunuz sevgi, öğrettiğiniz tüm doğrular, yapmama göz yumduğunuz hatalarım, doyamadığım çocukluğum, hasretle geçirdiğim ömrümün en güzel yılları için...
biri bana...
siz olduğunuz için varım ben... siz -belki- istemeseniz de bu suretteyim... belki eleştirdiğiniz yada içinize sokacak kadar sevdiğiniz... ben siz'im... ama siz artık bensizsiniz...
biri hayallerime...
siz ve ben... hayallerimin temeli... ve hayal ettiğim sürece varım ben...
biri size demiştim...
birlikte geçirdiğiniz nice yıllarınız olmadı ama birlikte geçirdiğiniz çok mutlu yıllarınız oldu... tanıklık ettiğim, kıskandığım, örnek aldığım...
iyiki vardınız...

evliliğinizin 29.yıldönümünü kutluyorum... yine 1 eksikle... yaşanmışlıklarımı yanıma kar sayıyor ve size bin teşekkür ediyorum.... yoo yaşlı değil gözüm... mutluluk oyunu demişler adına, birinciliği kimselere kaptırmıyorum...

annecim ve doyamadığım babacım... iyiki sizin kızınız oldum... yaşadığım süre boyunca gurur duyacak, bir dünya anı bıraktınız bana...

şimdi sizin için üflüyorum, size ait olanı...
ve...
başka söze gerek yok...
bir mum söndü, diğerleri anlamını yitirdi...
evlilik yıldönümünüz kutlu olsun...

bazen kendimi rahat bırakmalıyım... buda iyi gelir...

seni böyle görünce kıyamadım... çırılçıplak durdun birden karşımda...insan sadece kendine yatırım yapmamalı değil mi? küçük bir dokunuş sanada kendini iyi hissettirecekti, biliyorum...
şimdi sana bakınca, az önceki çıplaklığına inat, başına bağladığı yemenisinin kenarına bir çiçek tutturmuş çingene kızı geldi aklıma...belki benim elime en yakışan kir ve en mis koku bir toprağa ait olandır...

ben kendimi artık daha iyi hissediyorum mor sümbül... ya sen???