26 Haziran 2008 Perşembe

ortaya karışık...

anladım... sevginin herşeyin üstesinden gelmeye yetmediğini...
anladım... insanın soluklanmak, belki ağlamak ama daha çok hayatı paylaşmak için bir omuza ihtiyaç duyduğunu...
anladım... ne kadar hazırsan da hayatla başa çıkmaya, hayat buna hazır değilse, sana izin vermeyeceğini...
anladım... sevilmenin, sevmekten daha büyük ihtiyaç olduğunu...
anladım... insanın en çok sevdiğini yaraladığını ve en çok da sevdiğinden yara aldığını...
anladım... bazen bir el, sıcak bir kalp, içten gelen bir sevgi sözcüğünün en etkili antidepresan olduğunu...
anladım... artıların fazla olmasının, eksileri yok etmediğini...
anladım... akreple yelkovanın bazen saatte değil, insanın içinde yarıştığını...
anladım... sorunları görmemenin onların var olduğunu gizlemeye yetmediğini...
anladım... bir bebeğin, örnek çözüm olmadığını...
anladım... zamanın yaraları sarmada değil ama yaralara alışmada etkili olduğunu...
anladım... insanın en büyük yalnızlığının, 2 kişilik olduğunu...
anladım... bu hayatta aslında her çözümün kişinin kendisinden geçtiğini...
anladım... sadece kahvaltının insanın enerji ihtiyacını karşılamadığını...
anladım... "geçmiş"in -mişli geçmiş zamandan kurtulmadığını...
anladım... insanı bitiren en büyük zehrin konuşamamak olduğunu...
anladım... yalnızlığın, unutamadığım eski sevgilim olduğunu...
anladım... zehrin dışarı akmadan yüreğin yıkanmadığını (sezen aksu)...
anladım... aşkın geçici olduğunu ve acı verenin de aşkın bitmesinin değil aşk bitince yerine gelen bi duygunun olmaması olduğunu...
anladım... annemin aslında içimde en büyük kızgınlığım, kırgınlığım ama hayat bağım olduğunu...
anladım... kardeş olmanın büyüsünün hiç eksilmediğini...
anladım... evlenirken sadece sevebileceğin değil, sevilebileceğin ve konuşabileceğin bir adamı seçmenin mutluluğun ilk basamağı olduğunu...
anladım... her seçimin bir kader olduğunu...
anladım... her zaman herkesi mutlu etmenin mümkün olmadığını...
anladım... kızının (yada oğlunun) yüzünü okşamasıyla uyanmanın dünyada yaşanabilecek en tarifsiz mutluluk olduğunu...
anladım... şükretmenin verdiği manevi huzurun eşsiz bir duygu olduğunu...
anladım... insanların isimleriyle yaşadığını...
anladım... çikolatadan sonra meyve yemenin, meyvenin tadını almayı engellediğini...
anladım... leblebi tozu yuttuktan sonra ıslık çalmanın neredeyse imkansız olduğunu...
anladım... anneliğin yaşanabilecek en kutsal duygu olduğunu...
anladım... ne kadar verirsen o kadar alamayacağını...
anladım... bu post'u uzatırsam ağlayabileceğimi...
anladım ve şimdi size de anlattım...
aklıma ne gelirse yazdım... saçma olduğunu düşünenler olabilir ama sadece bunları yazmak geldi içimden... bu liste uzayabilir ama yazdıkça sanıyorum daha da karamsarlaşacağım. söz veriyorum bir daha ki "anladım" köşesinde umut, sevgi ve güzellikler olacak... buna ihtiyacım var çünkü...

kendinize iyi davranın ve hatta nedensiz yere kendinizi şımartın. sık sık... lütfen!

duygu

23 Haziran 2008 Pazartesi

ayna ayna söyle bana...

kullanım ücreti ödemeden, damsız girme zorunluluğu olmadan, fütursuzca ve kaygısız gireriz aynaların içine. bazen yansımamızı görmek, bazen de bizim dışımızda yansıttıklarına bakarız. bazen çocukluğumuz takılır gözümüze öyle kıyıdan masum masum, bazen hatalarımız... aynada yansıyan yüzümüzdeki çizgilerde görürüz bazen hayatın zorluklarını yada gözbebeğimizdeki ışıkta buluruz o günün heyecanını.
kimi zaman dertleşir ama çokça dalga geçeriz kendimizle. insanın en yalın dostu aynı zamanda da düşmanıdır aynalar. siz ne kadar "hafif göbeğim var" diyip, arkanızı hiç dönmeseniz de, o önünden geçerken yakalar arkanızdaki fazlalıkları. böyle de fırsatçıdır. ama çıkarmaz sesini. siz ne gösterirseniz onu yansıtır size. demekki fırsatçı olduğu kadar, sırdaştır da...
bazen tepkisiz duruşu kızdırsa da sizi, aslında istediğinizin tam da bunun olduğunu bilir ve kızmanıza tepki vermez, olgundur. sizi sizden daha iyi tanıyordur. kendinizi kandırabilirsiniz ama aynanızı ASLA!...
gözyaşlarınızı size gösterince, elinize ilk geçirdiğiniz eşyayı yüzünün tam orta yerine fırlatsanız da, paramparça olmuş haliyle yine de küsmez size. ve 1 değil 1'den çok parçasıyla, size gösterir gözyaşlarınızı tokat gibi cevap vererek.
ama harbi kankadır. siz istemedikçe sizi terkedip gitmez, sizi dinler, lafınızı bölmez, içince sapıtmaz, siz gülünce güler, ağlayınca hiç durmaz... anlattıkça rahatlarsınız ona sıkıntınızı. saçma yorumlar yapmaz, siz anlatırken "hıı bişey mi dedin" demez, konuyu değiştirmez, kaçmaz, sözlerinize alınmaz, küfür edince size nutuk atmaz, sizi rencide etmez, ayıplamaz, kızınca ne korkunç olduğunuzu ve gülümsemenin size ne çok yakıştığını gösterir size, üstelik hiç konuşmadan...
aynalar... bizim hayatımız. evlerde dekor olmaktan çok, evin ve hayatın kendisi olan, vazgeçilmezimiz...

aynalar... bir nevi biziz...


not : bugün aynaya bakın, gülümseyin ve kendinizi sevin... çok sevin...

22 Haziran 2008 Pazar

yaşamaktan yazamamak...



öyle yoğun geçiyor ki günlerim, bazen değil ekranın karşısına oturmak, elime kalem bile alamıyorum. birgün yutacak bu hayat beni.. elektrik süpürgesi içine çekecek, çamaşır makinesi sıkıp sıkıp bırakacak beni bir paçavra gibi... yada aslında bunların hiçbirine gerek yok, Derin'im minik canavarım zaten tek başına yiyp bitiriyor beni... arkamı dönmemle, kafasına birşeyin inmesi ve Derin'in çığlıkları arasında geçen sürenin, terim olarak hiçbir literatürde karşılığı yok...
bu aralar en çok takıldığım konu yaptığı yaramazlıklara vereceğim tepkiler oluyor. gözümden ateş çıkmasıyla, gülmemek için dudaklarımı ısırmam arasında gidip gelen saçma mimiklerle minik kuzumu da allak bullak ettiğimin farkındayım. herşeyi merak edip karıştırmasının yaratıcılığını tetiklemesi açısından tarafımdan desteklenmesi, yarım saat sonra bütün çekmecelerin içini salona doğru boşaltmış olduğunu gördüğümde "imdat" çığlıklarına dönüşüyor. hangi merakını karıştırarak gidereceğini, hangisine hiç bulaşmaması gerektiğini nasıl anlamalıyım? işte bu konuda hiçbir fikrim yok. hele bir de o minik sıpa dokunmaması gereken eşyalara işaret parmağını havada sallayarak "ooomasss" diyip, diğer eliyle gözümün içine bakarak dokunmaya çalışmıyor mu, işte o an benim bittiğim an oluyor... peşinden koşarak onun o parmaklarını ısırmak ve nolur hiç büyüme, hep böyle yaramaz ve çook maymun çoook sevimli kal, her tarafı dağıt, kır, parçala ama hep böyle ele avuca sığmaz kal demek istiyorum biraz önce yazdıklarıma inat...
off zaman... geçiyorsun biliyorum. şuan ben bunları yazarken bile durmadan ilerliyorsun. biliyorum bu konuda da bana yol göstericeksin, onun yaramazlıklarıyla başa çıkmayı, onu büyütmeyi, büyütürken öğrenmeyi, öğrenirken büyümesinden duyduğum korkuyu katbekat arttırarak bana yaşatacaksın biliyorum... hem gel, hem gelme zaman... kızımla kalıyım ama böyle minicik haliyle, sonsuza kadar...
şimdi ağlamak istiyorum sessizce. zaman; lütfen kapıyı kapatıp çıkarmısın hayatımızdan...


19 Haziran 2008 Perşembe

çırpınış...

giderken ardında bıraktığın yıkık bir kaleyim şimdi. içimde senden kalan duygular, istenmeyen gebelik kadar panikletici... söyle! bu duygulardan hangi kürtaj arındırır beni...

18 Haziran 2008 Çarşamba

öylesine...


anlatsam, anlasan, anlaşsak... anlatsak, anlasalar, anlata anlata biteremesek... ne olurdu sanki???

yeni bir ben...



uzun ve soğuk gecelerin sabahında, doğması için güneşi beklerken, gelenin, gecenin bir başka yüzü olmasına alışkın bu yürek. ondandır sus-puş oluşu. bir zamanlar çağlayanları kıskandıran coşkusu, şimdi sütliman. yorgun... yalnız... suskun... sustukça kanar içi, kabuk bağlar, yara olur. sonra yaralarını yine kendi sarar. ah benim deli gönlüm. hem yarabandım, hem yaram... ruhumu terbiye ettim de bir sana söz geçiremedim, seni dillendiremedim.


aynalara baktıkça gördüm, şaşırdım. değişen sadece yüreğim değil. içi-dışı bir dedikleri bu olsa gerek. bir zamanlar dokunsan ağlayacak gibi duran, kelebek kadar hafif, nazlı bir bebek olan kalbim; o vakur duruşu, çelik gibi sağlam ifadesiyle yüzümü de değiştirmiş, ıslak ıslak bakan bakan gözlerim, tedirgin ve telaşlı ifadem yerini kendinden emin gülüşlere, ne istediğini bilen gözlere bırakmış. eskisinden de çok memnundum ama işte... hayat... eğer bir başınaysan, hem anne, hem baba, hem eş, hem kardeş, hem dost, hem evlatsan ağlak durmak kolaylaştırmıyor hayatı. bu sözler tecrübeyle sabittir ve "tecrübe, hayatta yediğimiz kazıkların bileşkesidir".


ben yine aynı "ben"im. duygusal, hassas, sevgi kelebeği... ama daha mantıklı, daha dirençli, daha iradeli... büyüyormuyum ne??? artık yeni bir ismim var, bu değişime çok yakışacağını düşündüğüm... aynalarda yansıyanıma baktıkça anladım...


gönül limanında sevdiklerine zarar gelmesin diye 7/24 nöbette duran, yorulmayan, pes etmeyen, savaşan, herşeyini feda eden, kendinden geçen, kızına anne, eşine yoldaş... dalgakırandır adı, aynada yansıyanımın...




sevgilerimle...


duygu


fotoğraf : www.deviantart.com

16 Haziran 2008 Pazartesi

zaman... nesin sen???

"zaman herşeyin ilacı" derler ya, bizde hababam yükleniyoruz zamana. aşk acısı çekersin "zamanla unutursun" derler, bir yakınını kaybedersin" zamanlar alışırsın yokluğuna" derler... zaman unutturmaz, sadece üzerini örter yaşadıklarının. ben bilinçaltımda gezinen ve ne zaman hortlayacağı belli olmayan belirsizlikle yaşamaktansa, hiç unutmamayı ve böylece hepsini kontrol etmeyi tercih ederim zihnimdekilerin.,yaşayarak hayatımıza aldıklarımız, aklımızdan yeni meşgaleler yaratırken, öncekileri hiç yaşanmamış sayabilirmiyiz? her yeni olay, bir öncekinden ders almakla karşıladığımız yeni bir başlangıç. onu daha güzel veya daha kötü yapan bir öncekiyle kıyaslamamızdır. "sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer" misali hafızamızdadır "keşke"lerimiz veya "iyiki"lerimiz. peki hangi ders anlatır bize yalnızlığın kulakları sağır eden çığlığını yada hangi matematik problemi öğretir ilk aşkın yürek yakan ateşini??? sadece "biz-ben" eğer farkındaysak yaşadıklarımızın ve kabullenmişsek günahıyla-sevabıyla seçimlerimizi, işte o zaman kişinin kendinden iyi klavuzu yoktur hayatta.

bazen karamsar olmuyor da değilim zaman ve tecrübe konusunda... iflah olmaz bir duygusal olmamdan mütevellit kızım geliyor aklıma...zaman ve herşeye alışmak yada unutmak konusunda... düşününce bile boğazım düğümleniyor. onun ne bensizliğe "alışmasını" nede benimle yaptığı kahvaltıları "unutmasını" istiyorum. "daha çok küçük, anlamaz, unutur canım" söylemleri ise bir erkeğin hamile olması kadar gerçekdışı geliyor. kayıt cihazı gibi olan hafizası, her geçen gün şaşırtırken beni bu söylemleri "saçmalık" olarak değerlendiriyor ve sadece "korkuyorum". yok yok... zaman sen uğrama bize bir süre. buralarda olmıycaz. kızım ve ben büyümenin ve "sadece anne" olmanın tadını çıkarıcaz kendi küçük dünyamızda.ben yine şaşırıcam kelimeleri kendini zorlayarak söyleme çalışmalarına ve yine üzülücem acelesi varmış gibi çabucak büyümesine...

zaman; nolur gelme bize...




sevgilerimle...

duygu

15 Haziran 2008 Pazar

bir küçücük kız çocuğu...



Neşe içinde hazırlanıyordu kız, haftasonunu geçirdiği evinden, üniversite sınavına hocalarıyla birlikte hazırlanabilmek için yazıldığı yatılı kursa gitmek üzere... hem mutlu, hem buruktu. herkesi görememişti bu izninde. tüm ailesine sarılamamıştı ama ne de olsa haftaya tekrar gelecekti evine. hem o gelemediği zamanlarda ailesi geliyordu yanına. yine arardı onları, "özledim" derdi ve hoooop ailesi kapıda belirirdi. ailesi seviyordu kızı. annesi, kardeşi en çok da babası...
saçlarını toplarken, bir yandan annesine yurttaki şımarık kızlardan, zeki arkadaşlarından, istediği bölüme girebilmesi için kaç net yapması gerektiğinden bahsediyordu heyecanlı heyecanlı. bir yandan kahvaltı masasını toplayıp, diğer yandan kızının anlattıklarını dinleyerek yorum yapıyordu annesi. kız o an "herşeyi nasıl bu kadar kusursuz yapabiliyor" diye geçirdi içinden annesine tatlı tatlı gülümseyerek. sarıldı, öptü O'nu. içinden "ne olursa olsun, ben hep senin yanındayım" demek geldi birdenbire. sustu... yine başlamıştı içi karışmaya. her ayrılık anında böyle olmazmıydı? içinde kelebekler uçuşurdu hızlı hızlı ve midesi bulanırdı bu karmaşadan. yüzünü yıkadı. sabahtan beri derin derin nefes alamıyordu., birşey düğümleniyordu boğazına, bir taş vardı sanki yüreğinin orta yerinde. ayrılık canını çok acıtıyordu. ah bir bilebilseydi asıl sebebini yüreğindeki bu ağırlığın...



saate baktı, vakit gelmişti. annesi yurttaki arkadaşlarına götürmesi için hazırladığı birbirinden leziz yemekleri iliştirmişti bavulunun bir köşesine. ahh annesi!!! hiç kıyamazdı ona. bavulları son bir kez kontrol ederken çalan telefon, kızın yüreğindeki taşı yerinden oynattı. artık bu kadarda olamazdı. kız iyice abartmıştı artık bu ayrılık hüznünü. paranoyaklıktı bu. bu kadar tedirgin olacak ne vardı? alt tarafı telefondu çalan... hayır... bu kez farklıydı... annesinin telefonla konuşurken yüzü bembeyaz kesilmişti. telefonu kapatıp bir telaşla pencereye koştu annesi. "kötü birşey olmuş" dedi evin karşısında bulunan ofise bakıp... ve kaçar gibi koşarak çıktı evden. kız anlam veremedi annesinin bu korkusuna ve telaşına. annesinin konuşmalarından arayanın yengesi olduğunu anlamıştı. ama yengesi sabah sabah onlara nasıl bir kötü haber verebilirdiki??? annesinin bu kadar hızlı hareket etmesine şaşırmış, yüzünün tedirgin ifadesi ve rengini solukluğu ürkütmüştü kızı. koştu peşinden. annesine yetişmek ne mümkündü... ofisin önüne geldiğinde içeriye baktı girmeden önce. annesi bir koltuğa oturmuş ve herkesin yüzüne bakıyordu bir cevap bekler gibi. içerisi çok kalabalıktı. sabah sabah bu kadar kalabalık olması pek alışık oldukları bir durum değildi. galiba haklıydı annesi. amcaları da içerdeydi. herkes telaşlıydı. daha da kötüsü herkes çok üzgündü... kız kendini toplayıp içeri girdi, durdu... insanların yüzüne tek tek baktı, kimse yüzüne bakmamaya çalışıyordu... noluyordu? birileri bişeyler söyledi, karardı birden ortalık. gözleri kapandı ve olduğu yere yığıldı...



oysa ne güzel geçmişti haftasonu... akşam "kahramanım" dediğiyle telefonda konuşmuş ve ondan " sabah İstanbul'a gelmek için yola çıkacağını ve eve gitmeden önce yurda uğrayıp kendisini ziyaret edeceği müjdesini" almıştı. "yatmadan önce bahçeyi suladığını, çiçeklerin birdenbire solduğunu" söylemişti telefonda uğruna ölecek kadar sevdiği kişi. sonra" anlamadım çiçeklerime ne olduğunu, sanki zehirli su dökülmüş üstlerine, hepsi boynunu büktü" demişti kızın gönlündeki o eşsiz insan... kız korkmuştu bu sözlerden. çünkü hep inanırdı bitkilerin ve hayvanların kötü olayları sezeceğine. ama üzerinde durmak istemedi bu düşüncenin. belli ki saçmalıyordu işte... saat 23:00'ü gösteriyordu bu konuşmayı yaptıklarında. hemen yatmalıydı, sabah olsun, "o" yola çıksın, İstanbul'a gelsin ve eve gitmeden yurda uğrayıp, bu heyecanlı ve onu çok özleyen küçük kızı görsündü. 17 yaşındaydı kız ama hep "küçük"tü işte.hep çocuksu, hep masum, heran kırılgan, hep şımarıktı... sevgi dolu ailesinde prenses gibi büyütülmüştü. nerden bilebilirdi hayatın onu birden büyüteceğini, omuzlarına taşıyabileceğinin çok üstünde ağırlık yükleyeceğini...



bir uğultu duydu önce... bulanıktı her taraf. yüzleri seçemiyor, sesleri ayırt edemiyordu. hatırladıkları rüya olamayacak kadar korkunçtu. yanlış hatırlıyor olmalıydı. biraz önce ofiste duydukları gerçek olamazdı. O...Canından çok sevdiği, "seni benim elimden Allah bile alamaz" diye meydan okurcasına kızını seven "babası" Allah'ın yanına gitmiş olamazdı. sabah yola çıkacaktı, nasıl olurdu??? trafik kazası mı geçirmişti ama çok iyi araba kullanırdı? bu saatte haber geldiğine göre çok erken yola çıkmış olmalıydı. hayır hayır... başka bişeydi babasını alıp götüren... küçücük yüreği yerinden söküldü kızın, annesine baktı... perişan, bitkin ve "yalnız" annesine. O'na "ne olursa olsun ben hep senin yanındayım" dedi az önce sustuğunun aksine...



evet... trafik kazası değildi... kalp krizi geçirmişti babası gencecik yaşında...veda eder gibi geçirmişti son gecesini evinde... Türkiye'nin dört bir yanından getirttiği çiçeklerle donattığı bahçesini sulamış, ailesinin biricikleriyle vefatından 2 saat evvel telefonla konuşmuş ve "tüm zenginliğim" dediği köyündeki evinde yummuştu çakmak çakmak gözlerini hayata, hiç hazırlıksız... zaten hep öyle hazırlıksız olmazmıydı? insan nasıl hazırlanırdı ki ölüme, hele kedi ölümüne???



çok severdi çiçekleri... bıraksanız bahçede yatacak kadar... çiçek dikerken eline topladığı solucanları kızının avucuna bırakırdı "kızım şu tohumları bir tut bakıyım" diyerek, sevimli afacanlıkla... çiçekleri sularken kızını da ıslatırdı baştan aşağı, sende çiçeksin, benim çiçeğimsin diyerek... hayat doluydu... sabırsızdı... "3'e kadar sayarım sonra giderim acele edin" derdi ve gerçekten giderdi ama 3'ü hiç söylemeden. kimse bekletmezdi O'nu...3'e kadar sayarken hep yeterli zamanı tanırdı eşine ve çocuklarına rahat rahat hazırlansınlar diye... böyle de inceydi aslında... kocaman yüreği, çimen yeşili gözleri vardı... yakışıklıydı... kıskanırdı kız onu, annesinden biraz farklı da olsa... şimdi... babasını kimden kıskanıcaktı... O'nu kendisinden apansızca ayıran ölümden mi???



vücudundaki titremeyi kontrol altına alıp, gözyaşlarını tuttu dudaklarını ısırarak. böyle davranması gerekiyordu. O artık "koskoca" bir kızdı. genç yaşta dul kalmış annesi ve henüz deli çağlarında olan bir kardeşi vardı. kendini bırakmanın zamanı değildi. koluna girdi annesinin.. dermansız kalan kadıncağızı eve nerdeyse sürüklemişlerdi.sonrasında birkaç yıl sürecek olan bu tepkisiz kalan bakışlar ilk o an yerleşmişti annesinin yüzüne... kolu kanadı kırılmıştı annesinin. kendini unutup annesine yanmaya başlayacaktı nerdeyse kız, birden aklına geldi babası. güçlü olmalıydı. çok zordu bu belki ama başarmalıydı. acısını gömdü içine. öğrenecekti yavaş yavaş acılara tutunarak yaşamayı. hayat devam ediyordu....

devam etti ve ediyor da hayat tam 10 yıldır...

sadece "o baba" değildi ölümü hazırlıksızca kucaklayan. diğer tarafta içi kavrulurcasına yanan "biz" vardık. annem, kardeşim ve ben... evet çok hazırlıksızdık 10 yıl önce 12 ekim günü yaşanan bu olaya... annem, kardeşim ve ben... öylece kalakaldık... 10 yıldır yaşıyoruz sol yanımızda tarifsiz bir acıyla... ve evet artık biliyoruz... hayat devam ediyor...

artık her babalar gününü annemle geçiriyoruz. tıpkı ben evlenirken, aramızda ol(a)mayan babamızdan izin istemem, askere giden kardeşimin O'nunla vedalaşması gibi... annemize alıyoruz hediyemizi. adet olan hediye almak değil tabi hatırlamak ya, biz hiç unutmadık ki...

"seni benim elimden Allah bile alamaz" derdin ya baba... beni senin elinden almadı, kıyamadı sana... keşke bana da kıymasaydı, beni sensiz bırakarak...

babalar günün kutlu olsun...


not : tüm babaların, baba adaylarının, çok isteyipte baba olamayanların, baba olmak için hazır olmayı bekleyenlerin babalar günü kutlu olsun...


sevgilerimle...

Duygu

14 Haziran 2008 Cumartesi

saç misali...





gürleşsin diye mutluluklarım, uçlarından azıcık aldırıyorum sık sık... uçlarından paylaşıyorum sevdiklerimle sevincimi, neşemi, gülüşümü. sadece gürleşmedi uzuyor da mutluluğum. taşıyor içimden...










ve bununla alakalı bir ünlünün sözü;
mutlu yada mutsuz olmanız küçük bir şeye bağlıdır;
düşünce biçiminize...

M.Antonius



sevgilerimle...
Duygu

not : ben bugünkü mutluluğum olarak üstte gördüğünüz fotoğrafı paylaşmak istedim sizinle... anne-kız gerçekten çok eğlendik suratımızı komik şekillere sokarak, kafamızdaki o komik guggilerle (onlar bigudi değil, guggi. çünkü; derin ööle diyo) :)

13 Haziran 2008 Cuma

o kendini biliyor...



Ne zaman bir ateş düşse yüreğime yada buz kesse bedenim, kafamda dolanan tilkilerimin sayısı parmakla gösterilemeyecek kadar artsa veya hıçkırıklara boğulurcasına ağlamak istesem, telefonun tuşlarında gezinen parmaklarımın bilinçsizce, nefes almak gibi iradesizce O'nun numarasını tuşlamasına engel olamam.


O ki; mutluluğumun ilk müjdesini, kızgınlığımın ilk ateşini, tedirginliğimin ilk gel-gitlerini yada şaşkınlığımın ilk nidalarını haykırdığım, üzerindeki parke taşlarının adedini ezberlemiş olsamda her seferinde yeni bir köşesini keşfettiğim gözünü sevdiğim Beyoğlu'nda ağzıma bir parmak bal çalmışcasına beni tüm olumsuz duygularımdan arındıran, mutluluğuma artı (+), kederime eksi (-) koyduran can yoldaşım, kardeşim, sırdaşım, bazen annem, bazen iş arkadaşım ama en çok yine ve yeniden "dost"um oldu dün akşam...


O yanımdayken anladım "hayat gerçekten güzelmiş...",


O, dostum kelimesinin içini dolduran varlığı ve ışıl ışıl gözleri, kurduğu uzun cümleleriyle sonunu beklerken başını unuttuğum hikayelerin sahibi olmasının yanında, mükemmel bir eş ve özverili bir annedir nazarımda...




Sen... Güzel insan...Dün akşam yaptığımız doyumsuz sohbetin damağımda bıraktığı o tarifsiz tat, bu sabah uyandığımda yüzümde beliren kocaman bir gülümsemenin sebebi ve bir sonraki buluşmayı, karışmayı, ağlaşmayı, en çok da paylaşmayı her zamankinden daha çok istememe neden oldu.


Yani güzeldi ama yetmedi... En içten dualarım, en samimi sevgim sana dair. Yüreğimizde birktirdiklerimizi paylaşmak için bir daha bu kadar uzun süre beklemeyelim...


Hayat geçiyor... Ben senden geçmiyorum canım arkadaşım...


Bilesin... :)
Sevgilerimle...
Duygu

10 Haziran 2008 Salı

hayata dair...

Keşke bütün matematik problemleri hayata dair olsa...
3/4'ü yalanla dolu bir havuzu, debisi güçlü bir musluk boşaltırken, aynı güçte diğer bir musluk gerçeklerle doldursa... şeffaflık olsa...
A şehrinden B şehrine doğru yol alan 2 otomobildeki 2 mutlu aile, hiçbir engel olmadan tam ortada buluşsa ve neşe içinde piknik yapsa... trafik canavarı olmasa...
Ali elindeki şekerin tamamını Ayşe'ye verse. Ayşe'de buna karşılık annesinin yaptığı kurabiyeleri Ali'yle paylaşsa... çıkar hesapları olmasa...
Ahmet 12 yaşına geldiğinde kendinden 2 yaş küçük kardeşinin elinden tutup parka götürse. Aradan 8 yıl geçse, Ahmet askere gitse, ailesini ve sevdiğini kardeşine emanet etse. 18 ay sonra sağ-salim evine dönse... terör olmasa...
Murat sınıf arkadaşlarıyla maç yapmak için evlerinin 5 sokak altındaki 3.caddeye rahatlıkla gidebilse... sokaklar güvenli olsa...
Çok bilinmeyenli denklemler gerçeklerle anlatılsa... Ve gerçekler saptırılmasa...
Hakan ameliyat olan babasını, 15 günlük istirahattan sonra sağlığına kavuşmuş olarak evine götürebilse... doktor hataları olmasa...
Ayşegül çok sevdiği Mehmet'le evlenmek için günleri 5'er hatta 10'ar saysa, muratlarına erseler... Töre cinayetleri olmasa...
Fanatik taraftar grubuna sahip 2 takım stadyumu eşit olarak paylaşsa... Holiganlar olmasa...
Bir anne elindeki paranın 1/4'i ile 1 aylık mutfak ihtiyacını karşılasa... Ekonomik kriz olmasa...
Bir baba ailesiyle insanca yaşamak için biriktirdiği parayla ihtiyaçlarının ötesinde bir ev alabilse... Fahiş fiyatlar olmasa...
Zeynep'in çok sevdiği pembe elbisesi, Merve'nin en sevdiği eşarbıyla aynı renk olsa... Kutuplaşma olmasa...

Daha güzel olmazmıydı dünya....

9 Haziran 2008 Pazartesi

lüle lüle düşler, endişeler...


Yüzüne bakıyorum uzun uzun... Gözlerine değen alt kirpiklerine, gıdısına, "pıta pıta pıta" diyen ağzına, düğme burnuna... Sonra saçlarına takılıyor gözüm. Önden bakınca "acaba erkek mi" diye düşündüren seyrekliğine inat, arkada pamuk gibi lüle lüle duran saçlarına...

O saçlar uzayacak ve -umarım- çeşit çeşit tokalarla renklenecek. Konuşacak, gülecek saçları... Aslında hiç toka taktırmıyıp, pasaklı olacakmış izlenimi verse de şuan, ben yinede O'nu ilerde şeker pembesi tokalarla hayal ediyorum.

Uzayacak saçları... Sonra okul döneminde -istemese de- toplanacak o saçlar, ergenliğinde bütün hıncını onlardan alacak, kestirecek belki, belki de inadına uzatacak. Kimi zaman bunaltacak onu sıcaklarda ama kışında ensesindeki sıcaklığın sebebi olacak taktığı atkının altında.

Sonra boyamak isteyecek onları"artık büyüdüm" demek için. Belki de değişiklik olsun diye isteyecek bunu. Bende öyle yapmadım mı? Ne kadar istemese de annem, gidip kestirdim ve hatta boyatmadım mı saçlarımı meydan okur gibi... Kızımda isteyecek... Zor olacak tabi her anne gibi benim için de ama anlamalıyım O'nu...

Sonra... O gün gelecek ve o saçlarında belirecek olan tokalar, simler ve duvağı gelin yapacak O'nu... Gidecek... Başkasıyla yaşamak, yaşlanmak, aile kurmak için... Saçlarını da götürecek giderken...

Şimdi bu lüle lüle olan, seyrekten biraz fazlaca ama yumuşacık saçları olmayacak karşımda...

Uzamasın kızım saçların, büyüme sen hiç... Hep böyle yanımda kal, bu 13 aylık halinle...


Yüzüne bakıyorum uzun uzun... Lüle lüle saçlarına... Korkuyorum...


not : bu yazı anladığınız gibi bebeğim 13 aylıkken yazılmıştı. şuan ise 18 aylık, kendi gibi saçları da büyüyor. Ama avunuyorum şimdi en azından toka taktırıyor saçına :) :)


Sevgilerimle...


Duygu


onlar da olmalı...


Önce küçük bir saksıya ektim, tutmadı. Sevindim... "Büyümeyecek yaşasın" dedim... Bir zaman uğraşmadım. Nadasa bıraktım. Meğer iyi etmemişim. Şöyle azıcık eşeleyince dibini coştular da coştular. Önce küçük saksıyı büyüttüm, sonra büyüğünden de alıp bahçeye diktim. Baktım onlarsız olmuyor hayat, dedim ki ; iyi bakıyım da bari canım çok yanmasın. Şimdi bahçemde yaşıyorlar, yani heran benimleler. Ve günbegün büyüyorlar, büyüdükçe canımı daha çok yakıyorlar ama olsun. Sizin yeriniz benim yanım, benim bahçem. Siz en çok bahçemdeki mutluluklarımın yanına yakışırsınız sevgili hayal kırıklıklarım... İyiki varsınız...

NOT : içinde umut kelebekleri olan birine yakıştıramadınız belki bu yazıyı ama başlıkta da dediğim gibi "onlar da olmalı"...

Sevgilerimle...

Duygu

bugün...


sade ve sadece üstteki fotoğrafta gördüğünüzü yapın... lütfen!!! :)

8 Haziran 2008 Pazar

evimin saçları dağılmış, çorabının bir teki kayıp...















İtiraf ediyorum...Ben temiz bir dağınığım. Evde bir çöp parçası bulunmaz ama eşyalar hiçbir zaman olması gerektiği yerde değildir. Şikayetçimiyim ??? HAYIR!!!



Ama sanki blender setimin bir parçasını mutfak dolabında değilde, meleğimin oyun çadırında bulmak bazen beni yormuyor değil. Kaçıncı denememde orda bulduğumu sormayın. Çünkü bu zihnimin oyunlarıyla sıralaması değişen bir cevap. Mesela bugün... Aklımın bir karış havada, işimin çok, enerjiminse -28 olduğu bir gündü. Ve aramaya üşenip meleğimle oyun oynamaya daldığımda buldum mikserimin çırpıcısını (tabi çadırın içinde), hazır bulmuşken hadi bari bir muhallebi yapıyım dedim ve bu sırada ele avuca sığmayan kızımın aklımdan geçenleri bilmeden kendince su içmeye çalışması neticesinde kırdığı bardağı toplamaya başlamam ve çırpıcıyı unutup yine kızımla oyun olmaya dalmamla tezahür eden bir zamansızlık içindeydim. Günün sonunda şöyle bir durup etrafa baktığımda - evin muhtelif köşelerindeki oyuncakları saymazsak- çırpıcı mutfak tezgahının üzerinde unutulmuş -bu da bir gelişme- ama bardak kırılana kadar geçen sürede de muhallebi malzemeleri tezgaha dizilmiş durumdaydı. Yani özetle bir kırık bardağımız, malzemeleri olduğu halde bir türlü borcamın içine girememiş olan muhallebimiz var. Yaa herşeyi ben mi yapmak zorundayım. Sizi güzelce dizmişim oraya yumurta, şeker, un ve diğer arkadaşlar... bir kere de kendi kendinize karışsanız, bende övünsem kendimle... çok mu zor yani bu istediğim.
Aklımdan geçenlerle, ortaya çıkarttıklarım birbirini tutsa SÜPER ANNE olmamam için hiçbir sebep yok yani...
Genelde evimin dağınıklığıdır benim düzenim. Bir eşyanın olmaması gereken yer aslında onun mekanı olmuştur Derin'den (biricik kızım) sonra. Olsun... o eşyanın oraya gelmiş olması ifade etmez mi yaşanmışlığı...
Bu evde bir afacan olduğunu anlarsınız hemen. Kapıda sizi pembe bir çorap teki karşılar, az ilerde tencere-tava ikilisi... Ve siz ailedenseniz eğer yüzünüzde hoş bir gülümsemeyle karşılarsınız bu manzarayı, mazur görürsünüz saçı-başı dağınık beni...
Bu evde bir afacan vardır, tüm enerjisini kinetik enerjiye çevirip annesini darmaduman eden...
Ve bir anne vardır bu evde... Dağınıklıktan mutlu, bebek kokusuyla doyan... Ve o annedir ki; hiçbir zaman demez "ortalık biraz dağınık, kusura bakmayın" diye. Ortalığı dağıtandan alır tüm yaşam sevincini...
Ve her an şükreder...

Sevgilerimle...


Not : Bu da bugünkü hiçbir işi tamamlayamayışımın avuntusu olsun... :)

merhaba...


Uzun bir düşünme döneminden sonra karar verdim blog oluşturmaya ve adı da beni yansıtsın istedim. Bu yüzdendir ki "içimde kelebekler" oldu bloğumun adı. Çünkü hemen hemen her duygumun ifadesidir "içimde kelebekler uçuşuyor" cümlesi... Mutluyken şen kahkahalar atan, kederliyken delice kanat çırpan kelebeklerim anlatır tüm duygularımı. Beni "ben" yapanlardır onlar... Hergün sağ baştan sayarım hepsini, ilk sırada hep UMUT vardır, hemen arkasında NİYET, sonra sırayla SEVGİ,NEŞE, TEVAZU...vs. Tabi HÜZÜN de var KEDER de ama onlar hep geç kalkarlar ve çoğu zaman yoklamaya bile katılmazlar... Ama bazen nöbet sırası onlara da gelir, gelmeli de... Bu hayat tekdüze değil ki, onlar hep yatsın... Hayatın tuzu biberidir kederimiz. Diğerleri hayatın tadını çıkarmamızı sağlasa da en büyük dersi HÜZÜN ve KEDER verir aslında bize... Hayalkırıklıkları, kızgınlıklar, öfkeler değil midir bize geri dönüşü olmayan hatalar yaptıran ve sonrasında _eğer olaylardan ders almayı bilme olgunluğuna sahipsek_ tüm bu yaşanılanlardan payımıza düşeni alıp gerisini hiç kullanmamak üzere geri dönüşüm kutusuna göndermemizi sağlayan... İşte bu nedenle yoklamaya girmeseler de biz onları hep "mevcut" sayarız.
Ben "kelebek" diyorum içimde gezinen bu duygulara, sizin ne dediğinizi bilmeden...
Umarım içinizde en çok yorulan MUTLULUK kelebekleriniz olur. Hergün yanıbaşınızda belirip, sizi yeni güne itinayla hazırlayan...

Sevgilerimle...

Duygu