30 Nisan 2009 Perşembe

anlamadan buyurmak...

derin - anne ben bişi istemek istiyorum...
ben - ne istemek istiyosun bitanecim...
derin - bişi işte.
ben - tamam sen söyle... bakalım ben istediğini yapabilecekmiyim...
derin - hımmm... düşüniyim mi?
ben - düşün bakalım....
derin - hımmmm. ben bilmiyorum ki...(omuz silkelenir)
ben - o zaman sonra istersin.
derin - anne ben "cak" istiyorum....
ben - ????????? annecim "cak" ne demek?
derin - biguluuuu....
ben - ????????
derin - anne ben ne diyorum... yespiri mi yaptım ben (espri demek istiyor)
ben - ???????? çok komiksin gerçekten...
derin - ya anne ne alakası var...
ben - ???????????????????
derin - anne suratını öyle yapma yivreç oldun... ( bu da iğrenç olmalı)

günlerimiz şen kahkahalar eşliğinde geçiyor... bizim kız anlamsız kelimeleri espri sanıyor... vah ki ne vah...

28 Nisan 2009 Salı

kal geldi, kovsam da gitmedi...

bu oyunu kuralına göre oynayamıyorum...
kalemimin mürekkebi bitti desem, kelimelerim sandığın naftalininde eridi desem neden yazamadığımı açıklamış olurmuyum...

yokluğumda bir fırça oldum bazen, Derin'in suluboyasında kayboldum... şimdi defterinde döke saça yaydıklarındayım...
bazen pembe bir boncuk oldum... takmaya kıyamadığım küpemin ucunda sallandım... "bu sözlerim kulağına küpe olsun" demektense, küpe yaptım kendimi rahat rahat fısıldıyayım o bir türlü laf dinlemeyene diye...

bazen ilmek oldum... her kafa karışıklığında atlanıp, örneği bozdum... söküldüm, baştan örüldüm...

iyi şeyler de oldu... mesela dost meclislerinde aranan adam oldum, okeye aranan 4. adam gelmesin ama aklına... hani, boşluğu dolduran değil, yokluğu boşluk yaratan oldum... sevindim...

bu yüzdendir gidişim... yazamayışım...

konuşuyorum şimdi... ve ben iki işi birarada (bazen) yapamıyorum...

o ruhuma konan davetsiz "kal", siyahını akıtırken içime, ben kırmızılara çaldım kendimi... şımardım da... şaşırttım da sevdiklerimi...
ben bu bir haftada "ben"siz kaldım... herkes oldum... herkesle oldum... bir senle olamadım canım blog... özlem doldum...

20 Nisan 2009 Pazartesi

çocukluğuma el salladım...

- Anneeeee baksana, heryerler çiçek... aaa baba şuna bak, çok tane çiçek var... harika!!!
keyifliydi bu haftasonu...
keyif... çok göreceli değil mi?
(bazen) film izlemekle, Derin'i gözlemlemek; müzik dinlemekle, 75 kez "bir küçücük tavşancık varmış"ı söylemek ve dinlemek arasında eylemsel bir fark göremiyorum. tıpkı, hava almak için dışarı çıktığımızda yolumuzun hep kumlu park, top havuzu yada atlıkarıncaya çıkması gibi... amaç hava almaksa, al işte hava...

bugün havamız çok renkliydi... İstanbul'da lale zamanıymış... "heryerler" lale... burası gülhane parkı...
yıllar önce... ben babamın omuzlarındayım, elimde pamuk şeker... gülhane parkı'nın içinde Mandrake var, sihirbazlık gösterileri yapıyor... az ilerde hayvanat bahçesi.... fil bile vardı yaaa... "baba baksana kocaman" dedim...

parkın girişinde öylece kalan, şimdiki zamandaki ben gülümsedim... elimde kızımın eli, kulağımda sevinç çığlıkları atan çocukluğumun sesi...

kızım elimi bırakıp koşarken, ben babamın omuzlarından inip, kızımın peşinden gittim... arkamı döndüğümde babam gülümsüyordu...

keyifliydi bu haftasonu...
ben.... kızım... babam... kızımın babası olan sevgilim...
ben bugün kızını eğlendiren "özne" değil, babasını özleyen yorgun ama mutlu bir "yüklem"dim...

keyif demiştim... gerçekten çok göreceli değil mi...




16 Nisan 2009 Perşembe

kendimden geliyorum...

yoktum bir haftadır... farkındamısın bilmem blog...
burda, olduğum yerde durduğumu görüyorsun aslında, evet yalanda değil... ama dönüşü en zor olan yol, içimde yaptığım yolculuktu... hani gidersin evinden, işinden, birilerinin hayatından, sonra dönersin... ama ya kendinden gittiğin zaman...
gittim... ama döndüm bak... değişmişmiyim??? daha bir bilge bakmıyor gözlerim belki, evet şimdi birkaç kilo fazlamda olabilir, daha mı neşeli gördün beni? hepsi mümkün... ama ne biliyormusun önemli olan, daha bir "ben" oldum artık...
değişiyorum... büyüyorum... anne olduğumdan beri daha bir çocuğuyum sanki annemin... ilişkimiz her zaman iyiydi, birçok anne-kız gibi... ama şimdi... hani sanki beni biraz daha nazlıyor gibi. bana bakınca aklına Derin geliyor sanırdım bazen... şimdi biliyorum hala gözbebeğinde "ben" varım.
Derin... "bensiz kaldığında beni ne kadar arar" diye defalarca sordum kendime... cesaret edemedim cevabını öğrenmeye... hiç bırakmadım değil onu tabiki ama yinede hiç sormadım "özledin mi beni" diye... o hep söyledi neyseki, beni birkaç saat yokluktan sonra kapıda gördüğünde boynuma atlayarak...
böyleyim ben... bazen sevginin gözüme gözüme sokulmasını isterim... kulaklarımda çığlık çığlığa haykırılsın isterim... olmayınca küsmem tabi ama bir kağıt çiziği gibi sızlarım içten içe...
gittim kendimden dedim ya... bu yolculuğumdan defterime eklediğim artılarımdı annemin ve kızımın sonsuz sevgisini hissetmek... herzamankinden farklı bir yaşanmışlık olmadı halbuki... ben yanımda Derin olmadan öyle saatlerce vakit geçirmedim, annem bana bakıp ağlamadı... ne oldu biliyormusun blog, büyüdüm... ben nasıl Derin'siz bir hayat düşünemiyorsam, anneminde benden farklı bir duygu beslemediğini anladım. empati işte... bunu gerçekleştirmekte çok geç kaldım biliyorum... işte büyüdüğümü burda anladım... eğer empati kurup karşımdakini anlayabiliyorsam şımarıklığı bir kenara bırakabilmişimdir diyorum. yaa biliyormusun dünya benim etrafımda dönmüyormuş... herkesin bir hayatı, bir önceliği varmış... bunları bilmek aslında o kadar da can yakıcı değilmiş... dünyaya baktığım pencerem meğer ne çok tozluymuş... bize bir bahar temizliği şartmış...
bende bunun adına "kendime yolculuk" demişim...

9 Nisan 2009 Perşembe

yaa dur be hacı...

biz açtık kumlanma sezonunu... rutine girdi yine işler... sabah vitaminli ve aceleci bir kahvaltı, ardından soluk parkta alınıyor...
dönüşümüz bir şenlik... eller, kıyafetler, saçlar ve hatta burundan akan sümükler bile kum dolu... yüzü, sokaktan bile kirli halde koşuyoruz banyoya... binbir telkinle çıkınca banyodan günün yarısı bitmiş oluyor. öğle yemeği ve uyku sonrası depolanan enerji için ise hain planlar peşine düşüp emelime ulaştım. hem gözümün önünde, hemde maksimum enerjiyi minimuma indirecek harika bir eğlence... bizim çocukluğumuzdan günümüze ulaşmayı başarmış bir oyuncak... hatıralarda canlanan gözlerimi dolduran şenlikli bir aktivite... HACIYATMAZ... heheee :)
artık park sonrası huysuzlanan cimcimenin hakkından gelen bir arkadaşımız var... ilk tanıştıkları anda önce bir sevinç sonra çaktırmadan boylarını karşılaştırma ve bir hırsla altedip devirme telaşları...
2.gün: bükemediğin bileği öpeceksin kızım... hacıyatmazla arkadaş oldular... önce bizim evde artık koltuk olarak anlamını yitirmiş tramplende zıpladılar... derin düşüyor ama arkadaşda tık yok...
baktı olmuyor... uyuyalım mı dedi... tuttu tepesinden odasına sürükledi... hatta yatağına davet edip birlikte uyumayı bile teklif etti... yahu hiç mi uyumaz bu arkadaş...
ama zafer küçük bir hileyle bizim oldu... yatağa yatınca alttan ufak ufak çimdirerek zavallı balon hacıyatmazı yatırmayı başardı...
eee bununda hakkından geldiğimize göre yarın için başka bişi bulmalıyım...
acaba diyorum 1000 parçalı bir puzzle alıp başına mı oturtsam Derin'i....
ı-ıh yok çok zalimce... :)

5 Nisan 2009 Pazar

bir sözünle değişiverdim...

bir çocuk oyun salonu düşün canım blog... içi 2-10 yaş arası onlarca çocukla dolu... kimisi bozuk giden havalardan evde tıkılıp kalan, kimisi de okul-ders ikilemesinden evde kafayı sıyıran ve enerjileri tavan yapmış bir sürü azman... hepsi bir arada ve bir oyun salonundalar... bağırış-çağırış- kavga- itekleme ne ararsan gırla gidiyor... herkes sanki ilk kez top havuzuna gelmiş ve bir daha bunu göremicekmiş gibi çığlıklarla ve hızlıca atlıyor top havuzuna... yada o top havuzunu artık hayallerinde renkli, ılık ve derin olmayan bir havuz gibi gördüklerinden midir nedir havuzun içine atlayınca kollarını bacaklarını yüzer gibi sallıyorlar... yüzleri sanki sadece ağızdan oluşuyormuş gibi kocaman bir gülümseme halinde... sonra ayağa kalkıyorlar ve hoop tekrar suya... pardon top havuzuna... yeterince atlayıp zıplayınca bir başka ilk ve son kez gördüklerini tahmin ettiğim oyuncak ev, salıncak, kaydırak alıyor nasiplerini bu canavarlardan... ama her hareket huuuuaaaaaa diye bir çığlık eşliğinde... yaaa onlarca çocuk... dile kolay... kafa sepet gibi...
Derin'de bu zamanlarda, ilk kategoriye azıcık girenlerden... yani eve tıkılıp kalması değil ama sokak aktiviteleri maalesef malum hava şartlarından azıcık sekteye uğrayan... bukalemun gibi hemen o azmanlara ayak uyduran... o izin istemeden bişi almayan, her harekete teşekkür eden pıtırcık, ilk birkaç dakika daha karakterine uygun davrandıktan sonra hızlıca evrim geçirip tarihteki ilk insan gibi davranmaya başlıyor... tam olarak kaba olmasada bağırıp çağıran hatta böğüren diyelim... (hımmm bak yazınca farkettim bu konu biraz gözlemlenmeli!!!) onlarla bir hareket ediyor... neyseki arkadaşlık konusunda sıkıntı yok şimdilik... hemen ojelerden giriyor konuya... klasik kız çocuğu işte... bu onun iletişimde adım atma yolu... bak ojelerime yada bakıyım ojelerine veya tokalarını gösterme, karşısındakinden göstermesini isteme... sonrası geliyor zaten... neyse, bu çocuklar hep birlikte azıyorlar, biz ailelerde cam bölmenin diğer tarafında yemeklerimizi yiyiyoruz onları izliyoruz (yada ben tek başıma izliyorum, kimse önemsemiyor)
bu birkaç 100 kez atlayıp zıplayan çocuklar, birinin fitili ateşlemesiyle "anne" diye çığlık atmaya başlıyor... ortada hiçbişi yok... şımarıklık yada "bakın ne çok eğleniyorum, ahanda işte sosyal bir yaratığım"ın ispatı da olabilir. sebep ne olursa olsun o çocuğun çığlığına birden geri kalan onlarca çocukta eşlik etmeye başlıyor... etrafta bir sürü amaçsızca dolaşan "anne" sesleri... ve etraftaki onca anne transa girmiş gibi masalarında yemeklerini yemeyi sürdürüyor... acaba bu rahatlamış olmanın dayanılmaz hafifliği mi yoksa annelerin çocuklarının huyunu bilip "nasılsa bişi yoktur" düşüncesinin umursamazlığı anlamıyorum... ben bir çocukları, bir anneleri gözlemliyorum... şu hayatta azıcık gamsız olabilmeyi ne çok isterdim... evet ben gözünü çocuğundan ayırmayan, bir kere hapşırsa hemen çocuğun ağzına vitamin şurubunu tıkan annelerden değilim ama oyun salonuna girince yemek yiyiyor da olsam kızımı sürekli gözlemliyorum... o top havuzuna balıklama atlarken yada başka biri onun olduğu yere atlarken bir kaza olmasından endişe ediyorum... ve hal böyleyken kulağımda sürekli Derin'de...
ne demiştik... birinin başlattığı ve bir akım gibi yayılan "anneeee" nidaları... hıh işte tam bu anda tüm çocuklar bağırır ve hiçbir anne duymazken ben Derin'e kulak kabartıyorum... tabi bu değişimi de gözünden kaçırmayan Derin, hemen çok sesli evlat korosuna katılıp sesini duyurma çabasına girişiyor... bir farkla... ve bu farkla onlarca ses arasından sıyrılıyor...
-DUYGU ANNEEEEE!....
ne demek bu şimdi... birden o, çocuklarının çığlıklarını duymayan anneler gidiyor, simültane tercüman dikkatiyle tüm seslere kulak kabartan ciddi anneler geliyor...uğultu halinde benim bu çocuğun öz annesi olmadığıma dair dedikodular dolanıyor, masalarda fısıldaşıyorlar... acaba ben babanın 2. eşimiyim, yoksa çocuğun bakıcısımıyım, eee annesi olsam evladım bana niye diğer tüm çocuklar gibi "annee" diye seslenmiyor da "duygu anne " diyor. bıdı bıdı bıdı...

onlar konuşurken ben sadece kızımın yanına gidiyorum... söylediğine takılmıyorum bile... çünkü Derin hayal dünyası çok geniş bir çocuk... bana durduk yere "duygu hanım, duygu abla, duygu, duygu teyze" der... o an kendince bir oyun kurmuştur ve ben o hikayede onun belirlediği bir kahranımdır sadece... adımı çok değiştirmez mesela... hep ismim aynı ama ona yakınlığım farklı olur... teyze, abla gibi... mesela Derin'in halası olmadığı için bana hiç "duygu hala" demez... burdaki seslenmesi ise ya kızımın kendince kurduğu bir oyun yada kızımın dikkat çekme veya sesini duyurma konusundaki zekası... 2. tespit için bu örnek tek başına yeterli değil tabiki... hem olsa noolur, olmasa noolur. evet benim kızım bir dahi olabilir yada hayalperest bir çocuk olabilir, bunu şuan için bilemem... tek önemsediğim sağlıklı bir evlat olması... akli ve bedeni olarak...

ben onun teyzesiyim, arkadaşıyım, ablasıyım... ama o hep benim küçük kelebeğim...

sonra öğreniyorum ki hiçbişi yok, çığlıklar eşliğinde oyuna devam ediyorlar, diğer annelerde tıkınmaya... ama hareketlerinde belirgin bir fark var... bakışlar benim ve eşimin üzerinde...

ooohhh herkes bana bakıyor, önemli biriyim galiba... ünlü mü oldum ne? :) hahayytttt!.

buda böyle bir pazar günüydü... şimdi ünlü ünlü gidip, üzerime pembe penye pijamalarımı geçirip yatıcam... eeee biz ünlüler böyle halktan biri gibi giyiniriz... ne sandınız...

2 Nisan 2009 Perşembe

geldim geldim...

sevgili blog,
sana karşı boynum bükük... içinden neler geçirdiğini duyar gibiyim... incesindir bağır bağır söylemez susup oturursun... aslında onun daha çok yaraladığını da bilirsin...
ama biliyorsun, bizim evde bir mercimek var koşar adım büyüyor, karşısına çıkan herşeyle (evet herşey diyorum herkes değil, çünkü hayal kuruyor sürekli nesneleri konuşturuyor) konuşuyor, dans ediyor (bütün kıyafetlerini üst üste giyerek), yemek pişiriyor (mutfak aletlerinin tamamını kullanarak), tüm evi boyuyor (defter aramaksızın, eline kalem aldığı an evin hangi köşesi şanslıysa nasibini alıyor derinin parmaklarından)... şimdi sen söyle ben hangisine yetişiyim... sadece çocuk büyütmeklede bitmiyorki işim... evi de ben adam ediyorum... temizlik, ütü derken yoruluyorum yorulmasına da şimdi eşi dostu görmesem, gidip bir acı kahvelerini içmesem olmaz... gidiyorum tabi... zaten birkaç gündür burda bahar ufaktan bize göz kırpmaya başladı... kaçırıyım mı yani... sende amma surat astın ben blog... tamam geldim işte... ama önce Derin'imin siparişlerini hazırlamalıyım...
biberin içine saklanmış pilav, çiçek turşu, kaaaaferengi meeeyme suyu...

ne o niye baktın öyle anlamamış gibi... yahu diyorum derin istedi bunları benden...
biber dolması, karnıbahar turşusu, (kola zannettiği) sulandırılmış pekmez...

yaa niye gülüyosun... eeee günüm böyle Derin'in ne dediğini anlayıp, sonrada anladıklarımı hayata geçirmekle geçiyor işte... ama en güzeli de ne biliyomusun blog, hani o biberin içine saklanmış pilavı tabağında görünce, parmağını bibere dooğru sallayıp, " heeeeee gördüm seni pilav saklanma bakalım afacan, yicem seni" diyo yaaa sabah akşam biber dolması yapsam diyorum...

yaa şimdi gel de bilgisayarın başına otur bakalım... oturamıyorum tabi, napıyorum? derin pilavla saklambaç oynarken ben bir sonraki öğünün siparişi olan saçlı makarnayı haşlamaya başlıyorum... evet evet bildin spagetti...

çok işim var çooookk...