27 Aralık 2011 Salı

bizim evin elemanları...

bazen...
mesela akşam yemeğinde pembe bir fare yiyebilirim, pamuk şeker niyetine...

yada rengarenk bir tavşan mesela, gökkuşağı görmek istediğin vakit, gayet de yeterli olabilir...

yada biz hepimiz, renkli tavşan, pembe fare, mercimek ve ben...
elele tutuşup hikaye anlatabiliriz birbirimize...
bir masal olur hayat, bizde masalın etkili elemanları...

not: dünkü yazımdan sonra... teşekkürler gelen maillere, mesajlara, telefonlara...
iyiyim ben çok şükür...
valla bak :)

26 Aralık 2011 Pazartesi

yaraya parmak kukla basmak...

ödevi vardı... eski eldivenimizden parmak kuklalar yapıp, hikaye oluşturacakmışız...
herkesin anladığı ve yapacağı şey basit aslında değil mi? keser biçer dikersin...
ama hassas bir dönemden geçen bizim için, durum, görünenden biraz daha farklı...
önce bir eldiven seçtik... küçük ellerinin bir zamanlar daha da küçük olduğunu görüp şaşırdım... bu "benim" burulduğum kısımdı... daha da küçüktü, minicikti, elimin içinde o zamanlar daha da kaybolurdu elleri... tırnaklarını kesemezdim bile, incitirim diye... (yavaş yavaş birikiyor gözümde yaşlar, bu anda)

sonra O, eldiveni taktı eline... ben bununla bahçemizde kardan adam yapıp, burnunu sıkmıştım dimi? üşüyünce mi takmıştım bunu? nede minikmişim, o zaman da mı seviyormuşum pembe rengini? bebektim ben dimi anne? konuşamıyordum dimi? ...

sorduğu sorular, yol yaptı gözümde duran yaşlara, artık darmadağınığım...
çünkü ikimizde biliyoruz, aslında sorguladığı, bir zamanlar bebek oluşu değil, o eldiveni taktığında, o kardanadamı yaptığında, üşüdüğünde yanında kimlerin olduğu!!! nerde olduğu!!!

biz böyleyiz... geçmişimize, anılarımıza, eşyalarımıza delice bir bağlılığımız var... bundandır işte, boşandığımı kabul edip, değişen hayatımı inkar etmem.. bundandır onunda, babasıyla aynı evde yaşamadığımızı kabul edip, eski evimizi özlemesi yine de...

biz bir hayat veriyoruz, kullandığımız eşyalara... bir ömür yüklüyoruz sevdiğimiz insanlara...
keşke anlatabilsem ona, okuyabilsem Can Yücel'in şiirini...
desem ki ona;
"Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. “O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, Senin o’nu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. Senin değillermiş gibi davranacaksın. Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. Çok eşyan olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. “O benim.” diyeceksin. Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya ya da pembeye Ya da cennete ait olacaksın. Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…"

biliyorum aklından geçenleri, çünkü, o yüzünü benim omzuma gömüp ağlamasını da biliyor... işi şımarıklığa vurmadan neyse o an yaşadığı duygu, dibine kadar yaşayarak...
"bu eldiveni kullanmak istemiyorum, çünkü bu bana bebekliğimi hatırlatıyor" dediğinde, bıraktık ödevi falan...
önce ağladık...
sonra dışarı çıkıp, yeni bir eldiven, bizim için hiçbir anısı olmayan kırmızı bir eldiven aldık...
sonra ona hikaye yazdık...
yok merak etme öyle yürek burkan bir hikaye değil...
gayet eğlenceli...
yaşadık biz o örselenmeyi... geçti gitti...
artık daha iyiyiz :)
not : ödev yapmaktan nefret ediyorum :)

18 Aralık 2011 Pazar

ben de...

bende özledim çocuk, eski hayatımı...
eski evimi, komşularımı ve hatta anılarımı...
sadece senin içinde değil o kopan fırtınalar, bende artık başka biri gibiyim hayata karşı...
dedin ki, o evdeki odam küçüktü ama özledim ben o evde yaptığımız herşeyi...
diyorum ki, o ev daha küçüktü evet ama yaşattıkları büyüktü... alışacaksın çocuk, benim gibi sende biraz hırpalanarak alışacaksın.
kolay değildi bu kararı almak, uygulamak, sonra getirilerini yaşamak... ama işte, özür dilerim senden...
herbir eşyaya tek tek veda edip, duvarları öpüp bırakmak ardımda, su içtiğim bardağı, kahvaltımı yaptığım
köşeyi, hani o evlendiğimde hediye gelen bibloyu bırakmak incitmedi mi sanıyorsun beni.. kanadım... yere düşen başarısızlıklarım battı ayağıma o evi terk ederken... acıya acıya gittim bende...
şimdi ne zaman silkinip kendime gelmeye kalksam, bir cümlen ile paramparça oluyor ve evrene dağılan milyonlarca parçamı bulup buluşturarak ayağa kalkmaya çalışıyorum...
bacaklar değilmiş insanı taşıyan... kalpmiş, anılarmış, geçmişiymiş...
ve ben temeli olmayan bir ev gibiyim şimdi, geçmişimi ardımda bırakarak, yeni bir sayfa açtığım hayatımda tutunmaya çalışan...
bu da geçecek elbet.. kim yenilmiş ki hayata...
tutunacağım bir dalım olarak sen varsın şimdi,
tutunacağın bir dalın olarak ben varım şimdi..
gel hayatıma, elimi tut ve hiç bırakma...
biz çok güçlüyüz seninle...
hak etmedin tabi doğumgününde böylesi bir yazıyı ama en güçlü sıçramanı yapacağın gün bugün...
ilk 5 yılın geçti ömründen...
ömrüne ömürler eklensin sağlıkla, huzurla yaşa..
hep yanımda, hep yanyana kalalım...
söz ver...
ve o birkaç senelik ritüelimiz ile yine kutluyorum yeni yaşını...
bir bebek doğduğunda bir anne de doğarmış...
5 sene önce bugün doğduk biz...
sen, o günden beri hayatımın aitlik eki,
en uzun olmasını istediğim cümlemin yüklemi,
en anlamlı sıfatımsın...
gelişinle aydınlattığın dünyam, göz kamaştırıcı...
iyiki doğdun mercimeğim...

sevgiyle...