27 Nisan 2010 Salı

saatli maarif nisanın 23'ünü gösterirken...

suluboya, parmak boyama, oyun parkı, dondurma, avm, güneş, çok sıcak, mavi gökyüzü, ceketli yaşam, tiyatro, evde kudurma, yetmedi parkta delirme, tramplen, hımmm bi daha dondurma, bıyıklı, parmaklara ingilizce konuşturma, kindeeeerrrr, okula gitmeyelim bi daha hiççç ben seninle çok eğlendim, kulak tıkama, duymazdan gelme, yorulmama, küçük sırları paylaşma, en çok seni seviyorum'lar, a aaa çok ayıp'lar.... dır dır dır...
3 koca gün böyle geçti... baksana fotolara..

25 Nisan 2010 Pazar

söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil...

ses tellerine yerleşmiş bir tümörün, her sabah çığlık atarak bedenine ne kadar yerleştiğini kontrol eden bir hasta gibiyim, her sabah kalbimi dinlerken...
evet kalbim pompalıyor yine kanımı, nefes alıyorum...
ama...
seviyormuyum???
yine atıyor mu birkaç zaman öncesi gibi?

ilk önce aklıma seni getiriyorum, kalbimden karnıma doğru yayınlan bir sıcaklık varsa, içimdeki kelebeklerin kanat çırpışlarını hissediyorsam yine hafif bir sancı gibi, şükrediyorum Allah'a ve sana...

sonra...

sevdiren sen misin, yoksa sevmek isteyip de bahane yaratan ben mi diye soruyorum kendime... bunun cevabını adım gibi bildiğim(iz) halde...

sadece -an itibariyle- ben artık emin değilim... insan ne kadar kandırabilir kendini? yada kaçma sınırı nedir mesela gerçeklerden?
yoo hayır, "gerçek" derken, beni sevmediğinden bahsetmiyorum. yani bunu düşünmek istemiyorum... yine kaçıyorum dimi... yazarken bile, kendimleyken bile dürüst olamıyorum.

söyle! nasıl unuturum ben, giderken yüreğime çakılı bıraktığın iki paslı çivi gözlerini...
nasıl kuruturum, gözlerime söz geçiremeyen bir kalp dolusu gözyaşımı?
şimdi elime aldığım kemanımdan çıkarırken bir sevdanın hesap tutmaz envanterini, kopardım işte, senin benden koparıp aldığın hayallerim gibi, bir telini...
kemanım bile eksik artık, senin hesabını ondan sorduğum için... yaralıyız biz... bu yüzden mi bu kadar acıklı ses verişi, akord tutmazlığı... bende iflah olmaz bir aşık mıyım şimdi, eksik bir yanını değmez bir sevdaya harcayan...

biliyorum, kimsede kalmadı bendede kalmayacak bu sızı... ama serde sevdalık var, yaşıyorum - yaşatıyorum işte kendime sensizliğin acısını...

kızgınım sana adam... ne kadar seviyorsam o kadar işte... sevmenin getirisi belki yada sevmeyi bilmemenin...
sahi ben bilmiyormuyum sevmeyi? yada belki sen böyle sevilmek istemediğin (ve belkide buna alışık olmadığın için), buna karşılık vermediğin için mi ben kendimi suçluyorum durup durup... bu vazgeçişlerin hesabını niye kendi haneme işliyorum hep... seni severken de, senden vazgeçerken de, kendime kızıyorum aslında farkındamısın?
o zaman senin rolün neydi bu ilişkide... (ilişki ???)
ben yarattıysam hepsini zihnimde, gidişin bu kadar üzmemeli beni?
yada senden gidişim... (senden gidişim dedim, duydun mu?... çünkü vazgeçilmez değilsin bende... bil... yoruldum ben... ve dahası sıkıldım...)

sadece üzülüyorum, bil istiyorum. yansın canın, beni üzdüğün için. bu kadar sevilirken, ağzından çıkan her "keşke" kelimesini, "iyiki"ye dönüştürmek için çırpınırken ben, sen bana nasıl kayıtsızsın böylesine... acıyor ulan canım, acıyor işte...
git...
yaralama artık...

tutar gibi yapıp ucundan, kenarından çekiştirme yüreğimi.
Çünkü; buruşturulmuş olmak hissi nasıldır bilemezsin...

19 Nisan 2010 Pazartesi

ben sana kırmızı bisiklet, sen bana gül çiçek...

ben, yaşadıklarımın getirisi belki yada duygusallığımın bilemiyorum ama, dost biriktirmeyi tercih ederim aslında, O'na bu ara öğrettiğim para biriktirme mevzusundan ziyade...
onu karşıma oturtup, bak kızım bu dünyada en gerekli şey belki para ama dahası sevgi, sağlık, dostluk, aşk desem nasıl boş boş bakar dimi yüzüme...
olmuyor değil hani bunu yaptığım ama "büyükçülük" oynadığımızı sanıyor zaar... bozmuyorum... nasılda tanımlamaları var kendince...
geçen gün taşıtları kullananları konuşurken, uçak kullanan kişilere mesela, "uçağı kullanan kişi" dendiğini öğrendim... heralde yeni jenerasyon "pilot" demiyor... :)
bale öğretmeninin adı da "bale yaptıran öğretmen"miş... demek hala benimsemedi öğretmenini ki ismi aklında kalmamış... ama tip yerinde, cansu dere'ye benziyormuş... yok canım öyle demedi, ben ezel'i izlerken, benzetti kadını öğretmenine...
ne diyordum ben... kumbara...
insan biriktirmeli bana göre, kelimeleri mesela, sevgisini, güzel anıları, hoş sohbetleri, sevdiği kokuyu, mutlu bir anına eşlik eden şarkıyı... evet parasını da... ama hani bana göre zor günler için değil. hep savurgan oldum ben. acısını çektim mi? evet belki ama hiç pişman olmadım kazandığımı o an ne istiyorsam onun için harcamaktan... annelik işte tamda bu anda giriyor devreye... hep aynısını yapmıyormuyuz... kendi yanlışlarımızdan, doğurduğumuzla bir doğru çıkarmaya çalışıyoruz. "ben yaptım o yapmasın"... hayır yaa o da yapsın... yapa yapa öğrensin işte... sen yanlış yaptın da kör kuyulara mı gittin... eğer öğretirsen yanlıştan ders çıkarmayı o da senin gibi bulur yolunu...
biz kumbara aldık demiştim dimi... belki hayalinde kırmızı bir bisiklet vardır dedim... ama o bana kırmızı gül çiçeği alıcakmış... benim kızım çiçek sevmez... evimizde hiç çiçek yoktur. hoşlanmaz öyle saksıda duruşundan... dahası korkar... (saçma mı??? bahçede duran çiçekeri sever ama saksı çiçeği "onu kolundan tutacakmış" diye korkar)
ama gül çiçeği çok güzelmiş... ve bende çok güzelmişim... bunun için bana gül çiçeği almak istiyormuş ve bende bunları yazarken kenardan kenardan ağlıyormuşum... hayır ne gerek varmış ama işte annelik buymuş...
kumbara diyordum ya ben... para biriktiricez biz... belki bisiklet belki gül çiçeği ama galiba yanında en çok sevgi biriktirip sonra gönlümüzce harcamak için...

18 Nisan 2010 Pazar

vakit tamam...

bir kağıt kesiği gibi sızım sızım sızlarken yokluğun içimde, ben nasıl hiç olmamışsın gibi davranırım...
çünkü biliyorum ben, sen nasıl bakarsın, nasıl tuttun elimi, nasıl sevdin beni, seviştin, nasıl kokuyorsun öyle buram buram...
bildikten sonrası zor...
hiç yaşamamış olmak mı, yaşadığımı yanıma kar saymam mı şimdi gel-gitlerim bilemiyorum..
o bardağı nasıl çevirsem, hep bir yanında senin dudak izin...

oysa biz en basit matematik problemlerinde bile kesişmeyen iki kümeyiz... şimdi nedir bu olmayını oldurma telaşı...
biliyorum oysa bal gibi, ben "biraz"ım... biraz sev, biraz git, biraz sus, biraz konuş...
ama bir-az bana...
sen en çok...

sende biliyorsun ki yürek dolusu sever, ağız dolusu söylerim. bazen ağdalı gelir sana sözlerim, bazen yavan... napalım oğlum ben böyleyim.
şimdi bırakıyorum bu sevda muhasebesini... heybeme doldurdum sana dair tüm kelimelerimi, sevişlerimi, susuşlarımı...
vakit tamam... ben senden gidiyorum...
olmayana dair hayallenmelerimi, gelecek adına tüm isteklerimi, seni özleyişlerimi, gürültülü susuşlarımı, içime atışlarımı, beynimi kemiren aç kurtlarımı, çalacak olan telefonu bekleyişlerimi, Türk dil kurumuna aykırı yazdığım en arabesk cümlelerimi, okuyup kafanı çevirdiğin tüm mesajlarımı, cevapsız aramalarımı, gizlerimi(zi), yapacağım sürprizleri hepsini aldım yanıma...
ve...
gidiyorum senin hep olacağın ama varlığını asla göstermeyeceğin sensiz bir dünyaya...
gidiyorum içimde seni yarım bırakıp, tadını hiç unutmayarak...
evet gitmek zor...
ama seninle olmak daha zor...
üzgünüm kocaman sevgilim..
doyumsuzum ben...
sevgi arsızıyım...
ve maalesef,
sende bana yetecek kadar sevgi yok...
çünkü ben yaralıyım...
çünkü ben açım...
ve aslında sen tek değilsin bu dünyada...
ama ben seni sevdim...
çünkü öyle bir zamanda aldım ki seni kalbime, herşey değişecek sandım...
çünkü öyle güçlüsün gözümde...
dünya yıkılsa bana bişi olmazdı...
çünkü ihtiyacım vardı, birine en olmadık anlamları yüklemeye...
ve ben seni mi seçtim,
yoksa seni mi harcadım bilmiyorum...
sadece gidiyorum...
sana bunu bırakarak...

giderken ardında bıraktığın yıkık bir kaleyim şimdi. içimde senden kalan duygular, istenmeyen gebelik kadar panikletici...
söyle!
bu duygulardan hangi kürtaj arındırır beni...

-deneme-...

11 Nisan 2010 Pazar

photo by ceyda & zeynep...

harika bir haftasonunun ardından...
yine model oldum...
yine o melekler çekti kareleri...
ben doyamadım bakmaya...
sende gör istedim...




ceydaaa bu kare benim favorim...
sohbete doyamadığım, kıkır kıkır güldüğüm bir haftasonuydu...
ve iyiki diyorum hep...
iyiki...
tanıdım sizi...

çünkü gördüğüm en güzel yüz, sana ait olan...

çünkü bir melekle yaşıyorum evimde...
bu yüzdendir fotoğraflarını çekmeye doyamayışım...
hem gözümle, hemde makinemde biriken binlerce fotoğrafınla şahit oluyorum gün günden büyümene...

birde korkuyorum ki sorma...geçen akşam anlattın ya bana Mert'i...
oysa sadece Mert'in seni sürekli ittiğinden bahsetmiştin...
benim içim niye karıştı...
yüzümde meraklı bir anne ifadesi, aklımda "bizde geçtik o yollardan" bilmişliği...
bu yaşlarda sevginin ifadesi hani zarar vermek yaa...
çiçekçinin kapımıza senin için geleceği günleri düşünüyorum sadece...
birde yüzünde belirecek olan o şapşal gülümsemeyle dolaşağın günleri...
yine korkuyorum çocuk...
ne vakit büyüdüğünü düşünsem, durdurmak istiyorum zamanı...

6 Nisan 2010 Salı

acayipsin çocuk, pek bir acayip...

bana göre kuzguna yavrusu kıvamı, sana göre pek bir şımarık bişi olabilir...
ama kim burun kıvırabilir çocuğunun elinden çıkan buruşuk, kırışık bir kağıt parçasındaki en abuk çizgilere...
biliyorsun ki o yazıyı o yazmadı, hatta orda ne yazdığını bile bilmiyor (anlamını bilse bile), hatta çizimin tamamı bile ona ait değil.
ama hani o seromoni yok mu...

ellerinle gözlerini sımsıkı kapatmanı istediği, koşa koşa çantasını kurcalayıp, sanki daha önce kimsenin aklına gelmemiş bişiyi ilk o düşünüp hayata geçirmiş gibi bir heyecan içindeyken eliyle daha da kırıştırdığı kağıdı gözünün içine soka soka gösterdiği an...

ve sen yeryüzünde kimsenin tanık olmadığı, sadece ama sadece sana özel olarak tasarlanmış bir _evet biraz abuk_ çizime, ağzını, 32 dişin yetmiyormuş gibi küçük dilini gösterecek kadar açıp, inaaannmmmıyorruuuummmm diyorsun gayet ağdalı bir ağızla...
ve bunu sanki her tepkini böyle gösteriyormuş gibi oldukça olağan yapıyorsun ya, işte ben o an anne olmanın kadınlığın en deli hali olarak yorumluyorum...

abartı bir sevinç gösterisini hemen anlıyor bu mercimek... yada tevazuyla edepsizliği karıştırıp,
-abartma annneeeee hep çiziyorum ya sana
dediği an bende tüm yüzsüzlüğümle ,
-evet ama sende her seferinde biraz daha saçma çiziyorsun, diyorum...
salak salak gülüyoruz bakışıp...
aynı frekansta birbirimizi idare ediyoruz dürüstçe...
o biliyor benim fazlaca abarttığımı, bende biliyorum onun bu abartıları aslında sevdiğini. birbirimize batırıp iğnelerimizi bir güzel rahatlıyoruz.

yahu garip yaratıklar bu çocuklar... bu akşam bir böğürme krizi daha yaşadık, neymiş efendim, o keman ülkesine gidip orda keman çalmak istiyormuş ama keman ülkesi çok uzaktaymış... ?!?! buyur...
adım gibi eminim ki keman ülkesi gibi bişi olmadığını biliyor ama kaçtı ya keçileri, bahane şart...
-o zaman bizde gitar ülkesine gidelim, dedim...
-saçmalama anneeeee, gitar ülkesi diye bir yer yok, dedi...
sonra o keman ülkesine gidemediğine ağladı, bende yıllardır gitar ülkesi diye bir yer olduğuna inandırılıp kandırıldığıma (!)...
uyuduk sonra bütün hüznümüzle...
bu arada okulda bunları yaptıktan sonra, ponpon kız olmak istediğine karar vermiş... ne renkli bir yaşam :)

Derin'in aksesuar sevdiğini söylemiştim dimi... peki aksesuarın ne olduğunun önemi olmadığını, o an canı etrafındakileri nasıl görmek istiyorsa, öyle algıladığını da söylemişimdir o zaman...
peki sen hiç rüyanda kar görürsün diye ellerine -eldiven almaya üşendiği için- çorap geçirip uyudun mu?
biz uyuduk....

iyiki keman ülkesine giderim diye düşünüp valizle yatmadı :)

acayipsin çocuk, pek bir acayip...

5 Nisan 2010 Pazartesi

ucu açık bir yaşam...

Bu hayatta sana en çok öğretmek istediğim ne biliyormusun? bakış açını geniş tutman...
herzaman sana istediğini al(a)mam, yap(a)mam, ver(e)mem... ama sen isteklerini genişletmek yerine, başkalaştırmayı bilirsen daha mutlu olursun bu hayatta...

çünkü ben ömrüm, sağlığım ve imkanlarım el verdiği sürece en yakınında olucam biliyorsun ama ya ol(a)mazsam... o zaman eksik gedik, kör topal mı kalıcaksın... 2 elinle bardağı tutmak yerine, biriyle suyunu içmeye çalışmak gibi bu aslında.. var olanı esirgemek değil bahsettiğim biliyorsun... sadece ya olmazsa diye düşünmeni istiyorum...
adım adım gidiyoruz...

ve sen zaten çok başarılısın... şimdilik...

mesela, evimizde bir palyaçoyla yaşayamayız değil mi? her istediğimiz an gidip göremeyiz de... istek bu çünkü, gece yarısı da hortlayıverir... peki o zaman ne yapmalı...
yada o bir türlü bıkmadığın, benim kurup kaldırmaktan iflahımın kesildiği oyun çadırını kuramazsak hemen o anda... vaz mı geçicez oynamaktan... birde böyle denesek...
bunun gibi basit şeyler aslında demek istediğim...

zor değil bebeğim bütün odanı, yatağını, tüm kıyafetlerini pembe renkte almak... mesele başka renklerin güzelliğini de görmen... kim demiş siyah yetişkinlerin rengidir diye... o pamuk tenine pekala yakışıyor kapkara giyinmek bazen işte...
aslında sen ağzından çıkanlara bakılırsa, gayet farklı bir açıdan bakıyorsun hayata...
bana seslenirken mesela, birkaç kez cevap vermemişsem sana, o anneeeee'ler değişiyor,
sanki "anne" kelimesi yeterince kişisel değilmiş gibi,
-saçı sarı anneeeeee,
-işe giden anneeee,
-kırmızı ojeli anneee,
-elbiseli anneeeee,
ve favorim;
-enn güzel anneeeeeee...
diye bağıyorsun yaaa, hiç cevap vermesem nereye kadar sürecek bu tanımlamaların merak ediyorum...

bakış açını geniş tut diyorum ya sana kuzum, tereciye tere mi satıyorum acaba diye düşünüyorum...

4 Nisan 2010 Pazar

belki de sevmeye yeteneksizim...

dolaylı tümleçten yoksun cümlelerim var artık...
yükleme sorduğun "nereye, nerede, nereden, kime, kimde, kimden" soruları içimi acıtıyor... senin olmadığın bir yer, bir yere, bir yerden, sana, sende, senden diyememek... kalbim bir yüklemin yükünü kaldıramayacak kadar nesnel artık...
gizli özne kıvamındayım hayata karşı...

bildiğim tüm dillerde, aşka dair kelimeler biriktiriyorum... eski zamanlara ait birkaç kelime sıkıştırsam araya, severmisin beni eski zaman aşıkları gibi... gönül telini titretirmiyim senin, beni kederlere gark etmeden sen... elimde salladığım kolalı mendil düşermi ayak ucuna ve sen görüp gelirmisin peşimden üsküdara gider iken... o zaman devrik olmazda cümlelerim, aruz veznine daha mı uygun düşer acaba hislerim... failatün ile sevsem seni, şiir gibi gelip kulağına bırakırmısın bana kendini... belki dans da ederiz, papatya gibisin beyaz ve ince çalarken usul usul... kollarında uçarmıyım başımın dönmesini önemsemeden...

ben sevgili... ben tüm sıfatları sende türetmiştim bize dair, zarfların hepsini sana atıp yemeni beklemiş, tüm tamlamalarımı sana koyvermiştim. tamlayan sen, tamlanan ben olunca, birbirimizi tamamlarız sanmıştım...
edebi değeri olmayan en abuk şiirlerde yazmıştım adını (neydi o akrostiş mi???)...
şimdi giriş-gelişme-sonuç bölümünden yoksun, sadece bodoslama daldığım, akabinde duvara çarpan bir enkaz var elimde... her bir yeri devrik cümle dolu...

ne yapsam da döndürsem yolunu yoluma sevgili... ne söylesem de ulaşsa sesim kulağına değmeden kalbine... nasıl uzatsam elimi, tenine dokunmadan yaksam içini...

senin yapıp benim beceremediğim ne var ki, ben böylesine sana akarken, sen dik bir yokuşa tırmanıyorsun...

söyle sevgili... ben sana yanarken, sen kimde sönüyorsun???

not: yine bir deneme...