30 Eylül 2010 Perşembe

intikam soğuk yenen bir yemektir, diye okumuştum birgün bir yerde...

-anne, ruj sürdüğümde herkes beni kadın sanar diye korkuyorum. çünkü ben daha çocukum...

bunu yazdım ki, ergenlik çağında yüzünü maymun gibi boyamaya kalkarsa, onu oturtup bilgisayarın karşısına, bu cümleyi gözüne gözüne sokucam O'nun...

böyle de kinciyim işte :)

28 Eylül 2010 Salı

hüzün asmışlardı yüzüne kadının...

çünkü, yaz'dı mevsim, sıcaktı, kıpır kıpırdı...ve çok gerçekti...
çünkü, o güne en çok yakışmayan duyguydu hüzün...
çünkü, bir aşkı bırakmak için en yanlış zamandı...
ama...
gitti adam...
gözleri, sözleri, kokusu da gitti...
yetim kaldı "iyilik melekleri üzerinde olsun"lar...
mevsimsiz oluşundan değildi tat vermemesi işte, birlikte ilk kahvaltılarında yedikleri o "enginar reçeli"nin...
sahi...
ne uzun yaparlardı kahvaltılarını, gülüşe, öpüşe...
biten çayın sürekli tazelenmesi gibiydi, koyuydu muhabbetleri...
"birini tanımaya çalışmak, ne yürek hoplatan bir duygu, hele ki sen... hem tanıdık, hem yepyeniyken bana..." demişti kadın, ilk günün sabahında, adamın çayına attığı şekerini ağır ağır karıştırmasını izlerken...

güzel biriydi adam, kadın için...
güzel mi?
evet, kadın O'nu öyle tanımlamayı seviyordu.. çünkü yakışıklılık, dışı seni içi beni yakan bir kavram gibiydi kadına göre... ama güzellik... işte tam sevdiği adama göreydi... güzel bakan, güzel kokan, güzel seven, güzel çay içen, güzel yüzen...

ve güzel giden...
gidişin güzeli olur mu?

eğer engel olamıyorsan bitişe, avucundan uçup gidene tutunmaya çalışırken sen, O, terleyen bir elin kayması gibi kayıyorsa yüreğinin uçurumlarından... ve duymuşsan bir yerlerden "ayrılık da sevdaya dair, çünkü ayrılanlar hala sevgili" dizesini o ünlü şairin, inandırırsın kendini, gidiyordur O...
kabul edemese de kalbi, kırmadan, üzmeden, parmak ucunda yürür gibiydi adamın gidişi...
kadına düşen saygıyla anmaktı, yüreğini orta yerinden vuran adamı...
Adam, bir vedayı daha layıkıyla yerine getirmenin haklı gururunu yaşayıp, kadına fırlattığı okun yayını vakur bir edayla kılıfına yerleştirirken, hüzündür belki O'nun da yüzüne yerleşen...
ama bilmez işte...
bugüne en çok yakışmayan duygunun hüzün ve bir aşkı bırakmak için en yanlış zamanın olduğunu...
belki de öğrenecektir,
kadının hergece -hala- uyumadan önce, "melekler korusun" dileğini yüreğinde hissettiği vakit...
belki birinin başkasına söylediği "sevgili" kelimesinde,
yada yüzünü kurulamak için dolaptan aldığı havlunun kime ait olduğunu anımsadığı vakit..
belki...
kimbilir...

not: zarif modelim Ceyda Bural... Nam-ı diğer, Madame Caroline :)
ve deli dolu geçen bir cumartesi gününe ait bu fotoyu böyle hüzünle konuşturdum ya, Allah beni davul etsin :)

27 Eylül 2010 Pazartesi

çünkü yazmazsam, unutuyorum...

-anne ben hıçkırık atıyorum..
-annecim, hıçkırık tuttu demen gerekiyor.
-hıçkırık mı tuttu? a-a neremden tuttu?
-bir yerinden tutmadı, öyle denir.
...
...
...
-anne ben hala hıçkırık tutuyorum... bırakıyım mı?
:):):)

benzer bir diyaloğu daha öncede yaşamıştık...
-anne, babannem oruç tutuyormuş. oruç neresinden tutulur?

şimdi sen söyle, bu çocukla mutsuz olmak mümkün mü?

bu arada ben okullu oldum...
Dünyanın _bence_ en hızlı konuşan adamından İspanyolca öğreniyorum.
Ceyda velim oldu, tuttu elimden kayıt yaptırdı... bende artık Akademi'li oldum...
Hasta la vista :)

21 Eylül 2010 Salı

hep böyle şapşal kalsa ya bu çocuk...

bu aralar hayatı kıpkırmızı...
nar gibi, dans gibi...
umursamaz, yansa dünya dönüp arkasını bakmaz...
biliyorum daha 4 yaşında, neyi önemseyecek diyorsun ama...
yok yahu, bildiğin gamsız bu çocuk...
anne hadi gel dans edelim de, mutlu olalım diyor, tüm sinirim tepemdeyken.
sulu boya yapalım, sulanalım diyor, kendince espri yapıp güldürmeye çalışarak...
birde "sıcaklanıyor" arada, soyunup geziyor evin ortasında.
bizim evin halleri pek bir garip oldu sorma...

bugün kreşe bir arkadaşı başlamış, adı "nefis"miş... bilmiyorum yanlış mı anladı adını ama ısrarla nefis diyor çocuğa... (bak kız mı erkek mi sormadım)
"anne hani nefis yemek deriz ya", onun gibi diyor, cümle içinde kullanırsa ismini daha iyi anlayacağımı düşünerek...
odasında biraz oturup, oyuncaklarını konuşturursam, komedi olurmuş,
her akşam eve geldiğinde makasla kağıtları kesmek, onu çok rahatlatıyormuş, herşeyi unutuyormuş o anda... !!!!
bazen çocuk olmak çok sıkıcıymış,
makyaj yapmaktan nefret ediyormuş,
biri ona çok güzelsin dediği anda, üzülüyormuş (!)
evde maç yaparken (!) gol yediğinde seviniyor, çünkü topu tutamadığında çok komik oluyormuş...
Emre, bu dünyadaki en tatlı çocukmuş,
beni o kadar çok seviyormuş ki, kalbi patlıyormuş severken, sesini duyuyormuş.
dua etmek onu üzüyormuş,
dans etmek olduğun yerde yüzmilyon kez zıplamak demekmiş,
çamaşırlarını doğru katlamadığı zaman onu sinir basıyormuş (!),
sorduğum sorulara amigo kılığında sesini kalınlaştırarak coşkulu cevap vermek adettenmiş,
öğretmen olup Emre'ye herşeyi öğretmek ve doktor olup eğer O bir daha hasta olursa, O'nu kendisi iyileştirmek istiyormuş...

...mış,
...muş,
...miş...

bunlar hiç bitmezmiş...
bu kız hep benim cümlelerimle bana cevaplar verir olmuş,
hadi bir kahve yap da içelim dese, yadırgamıycak duruma gelmişim...
ne ara yahu...
ne ara arkadaşım olmuş...
şaşırıp dururmuşum...

aaa foto...
Latino kostüm, gözünü sevdiğimin İspanya'sından... deli bir yürekten...

15 Eylül 2010 Çarşamba

şişşşşttt çaktırma, bu kitap en çok kendime aslında...

sadece okuyorum, bir sonraki cümleye gerek bile yok.
O'na mı okuyorum yoksa kendime mi tekrarlıyorum bunları bilmiyorum...
Yaman ve O'nun bitmek bilmeyen soruları...
eğer hepimiz birbirimize benzeseydik, bu çok sıkıcı olurdu...
herkesin saçı, gözü, teni farklı renklerde olabilir, kardeşlerin bile...
bazı farklılıklardan hoşlanmayabiliriz, bazılarıysa hayatımızı değiştirebilir.
bazıları bacakları olmadan yaşamak zorunda kalabilir ama kimse arkadaşı olmadan yaşayamaz.
bazıları herşeye hakim olmak ister,
güçlü olmak bazen yalnız kalmak demek olabilir,
kızmak için sözcükler varsa, barışmak için de sözcükler var,
eğer korkunun bizi esir almasına izin verirsek, hayatın güzel sürprizlerini kaçırırız.
eğer oyun kuralına göre oynandıysa, sonucu kabul etmek gerekir,
bazılarının yanında olmasa da, herkesin babası vardır,
her gece yatmadan önce, loş bir gece lambası altında oku ve mütemadiyen hatırla...
kızım sana anlattım, sevgili aklım lütfen sen anla...

8 Eylül 2010 Çarşamba

beni bir dertten kurtardın çocuk...

dedi ki,
bebekler annelerinin karnına gelir önce,
sonra büyürler,
annelerin de karnı büyür,
sonra bebekler acıkır,
anneler doktora gider,
doktorlar annenin karnına bakar
ve der ki,
-bu bebek acıkmış, onu dışarı çıkarmamız gerek...
sonra annenin karnından alırlar bebeği...
-peki annenin karnından nasıl alırlar bebeği annecim,
-gel bebek geeeell geeelll der doktor,
bebekte uzatır elini gelir :)
yani kesme dikme olayı yok... çok şükür!
teşekkürler etrafımdaki bir dolu güzel anne adayı...
sayenizde bu zor soruyla -kısmen- mücadele etmiycem...

aaa fotoğraf mı?
o ikea'nın peçeteliği aslında, ama biz onu, telsiz olarak kullanıp, kule ile haberleşiyoruz... başka türlü uçağımızı nasıl güven içinde indirebiliriz ki yere :)

7 Eylül 2010 Salı

bazen tek bir kelime, söker yüreğini yerinden...

Sensizliği doğuruyorum, kalbimden verdiğin suni sancı ile açılıyor damarlarım...
ve...
sen akıyorsun ılık ılık, oluk oluk...
eksilen her bir damlan, çektirdiğin bir diş gibi, aldırdığın can sıkıcı bir "ben" gibi başta alışması zor, sonra hiç olmamış gibi bir olağanlık katıyor hayatıma.
Senden eksilmek, önce şaşırtıp, sonra gayet sıradanlaştırıyor hayatı.

hep bir soru işaretinin önündeki kelimeyle anıcam yokluğunu...
Sen hep o kelimeden ayrı yazılacak olan -mi takısında ilişik yaşayacaksın zihnimin kıvrımlarında? -beni hiç sevmedin mi?
bu kadarsın artık işte... yer bile kaplamayacak kadar,
söylemesem seni, cümlemin anlamı değişmeyecek kadar...
ve sen hep ver(e)mediğin cevabınla bir diğerini sorduracaksın bana...
Bu "neden": yarana yaptığın bir pansuman, o pakette kalan son sigara,
radyoda çalan en sevdiğin şarkı, bir gece yarısı o bayıldığın aktörün filmi gibi...
öylesine anlık bir rahatlık...
yoksa ki bitişin adı olmaz dimi. sen ne ile çağırırsan ayrılığı O'dur neden...
sıkıldım, sevmedim, çok geldin, yetmedin...
yetim bir çocuk gibi isimsiz kalmayı haketmedik...
çünkü ayrılık da sevdaya dairdi...
burdaki -da takısı, "dahi" anlamındaydı,
ve sen bunu biliyordun...

senin bu kaçak dövüşlerin, -mış gibi yapmaların bitirir sanıyordum beni...
ölürüm sanıyordum mesela, sesini duymadığım vakit...
insan ölürüm dediği an ölmüyormuş biliyormusun...
yoooo, bir çağrı değildi bu kelimelerim...
kafama vura vura ezberlettiğin sensizliği, şimdi bir sesin bozacak sanma...
yazmasam içime oturan yokluğunu, kusacak ve her tarafa bulayacaktım seni...
oysa sen, sadece içimi zehirlediğinle kalmalısın.
çünkü ve ne yazıkki malesef,
sen en çok kalbime yakışırsın..
şimdi sen gittin ya sevgili...
sanma ki, yokluğunla avunucam...
bilirsin o basit ve sonucu etkilemeyen kuralı...
gelişin değiştirmedi ki beni, gidişin yerle bir etsin..
ben yine benim, bilindik acılar, birkaç uykusuzluk nöbeti...
ama...
kurmak istemezdim acı kokan cümleler,
senden en çok kelimelerim yara aldı.
hayat seninle devam ediyor iken,
artık;
hayat, sana rağmen devam ediyor...
************************************
seviyorum O'nun karelerini konuşturmayı... ki hiç ihtiyacı yok aslında konuşma balonlarına... benimki sadece ağzımın kenarından sızan kelimeleri, bu karelere öpücük gibi kondurmaya çalışmak... naçizane...
ve bir yaz günü Cihangir'in arka sokaklarında karşımıza çıkan, üzerime uyan bir elbise gibi şöyle bir bakıp, hımmm işte bu olabilir dediğim kelimeler... evren sana müteşekkirim...

Fotograf : Ceyda Bural
Hikaye : Duygu Çakır

6 Eylül 2010 Pazartesi

nasıl duyurur bir anne, evladını kaybettiğini...


sevmiştik O'nu...
kimimiz dua etti, kimimiz mum yaktı kilisesinde, kimi tütsüler dolaştırdı O'nun için düzenlenen şifa ayinlerinde...
iyi haberlerini almak için her gün uğradık buraya...
herkes kendi inancına göre evrene dileklerde bulundu O'nun için...
3,5 yaşındaydı Nehir...
Dayanamadı, parklarda koşup oynaması gereken yaşlarını, kablolara, makinelere bağlı geçirmeye...
Ve gitti...
Geride kalan herkes için zordur ölüm, kabul...
ama ya annesi için...
artık hayatları asla eskisi gibi olamayacak...
ve Nehir hep 3,5 yaşında kalacak...

mekanın cennet olsun meleğim...