28 Şubat 2009 Cumartesi

küçük kadın...

annemin alt katında oturan bir komşusu, komşunun da çocukları vardı...
çocuklar yaşça benden çok çok küçüktüler. ben onların bazen derslerine yardım eder, bazen de oyunlarına eşlik ederdim. onların Duygu ablalarıydım...


sonra Derin geldi, girdi aramıza. artık ilgi ona kaymıştı tabi...


birgün apartmanda karşılaştık komşumuzun oğluyla, benim yanımda Derin yoktu, onun yanında bir arkadaşı vardı. gülüştük yine, ben onun saçlarını bozdum, O da bana kızdı... birkaç takılmadan sonra ayrıldık. ben merdivenleri çıkmaya başladım, onlarda konuşa konuşa inmeye...

bizi tanıştırmadığı arkadaşı benim kim olduğumu sordu komşu oğluna... o da tanıttı beni; Derin'in annesi...

ben artık onun oyun oynadığı, şakalaştığı, saçma sapan şımardığı Duygu ablası değil, kocaman bir kadın, ağır abla, Derin'in annesiydim.

birden durdum merdivende... ben ne zaman ablalıktan çıkıp sadece anne olmuştum. bir çocuğun gözünde çocuk sahibi kocaman bir kadına terfi etmiştim birden bire...

aslında o birden bana atsa elinde tuttuğu topu, ben değme futbolcular gibi onunla maç yapar yada yerde tepetaklak güreşirdim yine... ancak o beni zihninde farklılaştırmıştı . ben anneydim ya, acaba haddini bilmesi gerektiğini mi düşünmüştü.

oysa gelse bugün bizim eve, Derin'in annesi bildiği ancak haaalaa onunla yaşıt, kafasında kızının dandik şapkası, elleri parmak boyasıyla alacalanmış, üstü başı yemek lekesi ben karşılayacaktım onu... gelse bugün bizim eve acaba O da katılırmıydı Derin'le oynadığımız el fenerinin ışığını yakalama oyununa???

bilse, el fenerini benim tutup, Derin'in yakalamak için koşması gerekirken, rolleri değiştirdiğimizi ve benim evin içinde dört döndüğümü, yine ben O'nun Duygu ablası olurmuydum???

Derin'in elinden feneri alıp, buzdolabının içini daha önce hiç görmemiş gibi, havucun ıspanağın el fenerinin ışığındaki görüntüsüyle ne kadar eğlendiğimi ve sırf Derin'i mutlu etmek, sevinçten çıldırtmak için oyun öncesinde koltukların altına sakladığım sürpriz çikolatayı el fenerinin ışığıyla farkettiği an attığı çığlıklara aynı tonda karşılık verdiğimi görse inanırmıydı hiç değişmediğime...


oofff çocuk, ne ağır bir sorumluluk yükledin benliğime...
oysa ben hala küçük bir kız çocuğuyum...
hadi gel yine oynayalım, elim sende...

26 Şubat 2009 Perşembe

bugün başlarken...

derin - anne ne yiyiyosun?
ben - peynir yiyiyorum.
derin - ye ye aferin kızıma.
ben - :) sende istermisin?
derin - ı ıhh işikil idirim (teşekkür ederim). sütte içcen mi?
ben - evet içicem. birlikte içicez dimi?
derin - ben içtim... sen iç bıdıııcın (bıldırcın)
ben - ama böyle konuşursan ben seni yerim. haaammmm (üstüne doğru atlarım )
derin - aaaa yapma anne yapma.. aaaaaaaaaaa anneeeeee. allaaaaam bana sabun ver .... (sabunsa kolay ama sabırsa eğer o zor biraz be cücem )

derin - ben kaç yaştayım?
ben - bilmiyomusun sen yaşını... bence biliyosun. düşün bakalım.
derin - ikiiiiiiiii. sen ?
ben - ben 28 yaşındayım.
derin - gösteriyim sana yimisikis. (gözlerini böyle kırpıştırarak sorar maymun maymun)
ben - nasıl göstericeksin yazıcakmısın?
derin - gel bak gel aç kapıyı. (ev kapısına doğru gidiyoruz. çakıyorum olayı) aç anne aç kapıyı aç
ben - bak kapı... kaçmış ooooo.
ben - hımm kaçmış. sen söyle ben unuttum.
derin - yimisikis. tanıdım mı hııııı. tanıdım mı?
ben - aaaferin sana tanıdın evet. ben 28 yaşındayım. bizim kapı numaramız da 28.
derin - hııhhııı aaaaaferin sanaaaa....

ben napıyım bu cüceyi. ısırıyım dimi... hatta yutayım... gel buraya dilli düdük!

24 Şubat 2009 Salı

biliyordum, bugün güzel bir gün olacaktı...

dilimde nil'in eski bir şarkısı (ben bu yaz bronzlaşmaaaaak, kendimle uzlaşmaaaaak, yer yer yozlaşmak, uzaklaşmak istiyoruuuuummmm) diye bağıra bağıra evin uykuya teslim olmuş sakinlerini uyandırmamdan anlamıştım, bugün güzel geçecekti. bu coşku boşa gitmemeli... hadi dedim ve başladım güzellikleri beklemeden, güzellikleri görmeye çalışmaya...

derin keyifli uyandı. bana dün olanları anlattı, demekki hafızada bir durum yok dedim. gülümsedim... evet bu 1.

güzel bir kahvaltı yaptık maaile. ama müzik dinlemeden. çünkü ben söyledim... sesimin iğrençliğine rağmen müthiş bir özgüvenim vardır bu konuda :) bir vakitler şirketin eğitim toplantısında bile söylemiştim utanmadan :) şarkı seçimi Derin'in tekelinde olunca aydede aydede senin evin nerede? ve çapkın kız'ın dışına pek çıkmadık ama olsun ben hepsini zenci gırtlağıyla söyledim. ama sadece ben mest oldum... hımmm bu 2 sayılabilir.

annem ve teyzemin sürpriz ziyareti bünyeyi sevinçten altüst etti. onları kapıda görünce derinle timsah yürüyüşü yaptık. ben açma ve marmelatlı kurabiye yaptım. herkes pek bir şaştı lezzetine. annem "afferin bak bide beceriksizim diyordun, hımmm olmuşsun sen olmuşşş" dedi. ben cıvık cıvık gülümsedim. "yaaa çokmu güzel, yok yaa ben pek beğenmedim teyze sence nasıl olmuş" diyerek onuda iltifata davet ettim. ve aldığım yorumlarla iyice cıvıyıp koltuğa yayıldım. bu 3 olsun mu??? e hadi olsun. birde aferin olsun :)

uzun zamandır antin kuntin işlerini bahane ederek bir türlü bitiremeyip adını da YAŞAR koyduğum yılan hikayesine dönen Derin'in ceketini uykusuz geçen bir gecenin ödülü olarak bitirdim. yaptım uleyynnn hemde herrrşeyini bizzat ben yaptım. oldumu siz söyleyin... işte burda...
bence bu 4. olmayı hakediyor. biraz dikiş hataları onu bu sıraya itti. artık önümüzdeki maçlara bakıcaz.

veeee bomba.
bugün beklediğim mektubum nihayet elime ulaştı. ben artık akıbetinden endişe etmeye başlamıştım. ve hatta gelen postacıya, eve geç gelen kocasını azarlayan kadın gibi "nihayet evin yolunu bulabildiniz beyefendi" demek istedim. ancak adam ciddiye alıp "kusura bakma hayatım, bizim çocuklara takıldım biraz" der ve belime sarılıp içeri girer korkusuyla vazgeçtim. sadece salak salak sırttım adama :) paketimi aldım ve sadece kuru bir teşekkür ederek uğurladım postacıyı... :)
şimdi burdan bu güzel günümü şahane geçirmeme sebep olduğu için funda fındığı sarhoş balığıma kocaman kocaman ennnn büsbüyük teşekkürlerimi ve sıcacık sevgilerimi gönderiyorum. insanın bloğunu okuduğu birinden tamamen el yazısıyla yazılmış mektup alması çok tuhaf bir duygu. çok karışık... ama çokkkk güzel. bir kitap ve bir müzik cd'si var postamda. ye, dua et, sev- elizabeth gilbert ve ezginin günlüğü cd'si. yaa nasılda bilir ne seveceğimi. ben zaten bi akşam posta kutumda ondan gelen zuhal olcay parçalarını gördüğümde anlamıştım. sürpriz kadın seni...
ve postadan birde bonus çıktı. Derin ilk kez aile büyükleri dışında bir arkadaşından mektup aldı. şimdilik yazısız ama sevimli çizgilerle ve sıcacık bir sevgiyle dolu.
bu 5. değil. kendisine jüri özel ödülünü veriyoruz. ömür boyu başarı ödülü benden fundacığıma gitsin. kendisi zaten başarılı bir anne, evlat, eş ve öğretmen adayı. ve bu başarılar gölgesi gibi peşinde olacaklar eminim.
iyiki varsın fundacım sana sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum.

ve son olarak... yorum bırakan, bırakmayan, okuyunca üzülen, ekstra olarak mail gönderip geçmiş olsun dileklerini ileten herkese kocaman teşekkürlerimi ve sevgilerimi gönderiyorum. aaa tabi derin'de gönderiyor. bugün sizler için üşenmeden mutfak tezgahının başına geçip bulaşık fırçalarını dans ettirdi. izlenmeye değer bir dans gösterisiydi doğrusu.









bugünüme anlam katan herkese, tüm kainata şükranlarımı sunuyorum. ve doyumsuzluk yaparak devamını istiyorum. herkes için...
sevgiler en kocamanından...

ev kazası...

bugün korkunç bir olay yaşadık kızımla... Derin yatağına girmiş arkadaşıyla oyun oynuyordu. bende odasını toplarlıyordum. arkam onlara dönüktü. birden içgüdüsel bir şekilde arkamı dönüp Derin'e baktığımda, onun ayakta ve yatağın korkuluklarından doğru aşağıya kafasını uzattığını gördüm. bu şekilde korkuluğa dıştan tutunmuştu ve aniden ayaklarını havaya kaldırdı. ve birden tepetaklak yere düştü. ben saliselik bir hızla yerimden fırlayıp onu yakalamaya çalışmış yere biraz olsun yumuşak düşmesini sağlayarak onu yakalayabilmiştim. hemen kafasını kontrol ettim. çok ağlıyordu, müthiş korkmuştu. hemen kafasını soğuk suyun altına soktum. biraz kendine geldi. ama tabi halaa çok ağlıyordu. bende öyle... sonra kontrolümü kaybetmekten korktum... ve karşı komşumun kapısını yumruklamaya başladım. kadın panik halde kapıyı açtı ve hemen olanları anlattım. sakince boynunu ve yüzünü kontrol etti. korkma bişey yok dedi. sonrasında ortalığın karardığını hatırlıyorum. kendime geldiğimde komşunun evinde yere uzanmış halde yatıyordum. tüm vücudum titriyordu. hemen derin'e sarıldım. geçmişti ağlaması. komşumun annesi boynunu dikkatlice kontrol etmiş ve herhangi bir morluk şişme kızarıklık olmadığını söyledi. bende kontrol ettim. hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. bu olay nasıl kısa bir zaman diliminde yaşandı tahmin edebiliyorsunuz. ancak ben her anını upuzun bir ömür gibi yaşadım.
sonra tabi 2 saat kadar uyutmadık onu. oyun oynadık. sık sık acıyormu diye sordum. herhangi bir sıkıntısı yoktu. geçmişti. olayı unuttu bile. ancak ben... nasıl unutucam diyorum şimdi o korkunç anı. gözümün önünde ters döndü prensesim. Allah'tan odadaydım. şimdi şükrediyorum. birden nasıl olup da hissedip ona baktım ve onu birazda olsa yakalayabildim. ya orda olmasaydım. ya yere sert bir şekilde düşseydi.... daha fazlasını aklıma bile getiremiyorum.

sadece kızıma bakıp bakıp şükrediyorum. şimdi uyuyor ama sanırım ben bu gece uyuyamıycam. bunları yazarken bile ellerim titriyor, nefesimi kontrol edemiyorum.

Allah hepimizin evlatlarını bizlere bağışlasın...

23 Şubat 2009 Pazartesi

çoklu ben...

güneşin göz kırpan aydınlığının yanında, iç titreten soğuk bir hava okşadı yüzümü bu sabah... evde kalamayacak kadar güneşli, dışarda dolanamayacak kadar soğuktu hava, karışıktı "ben" gibi. ruhumun med-cezirli hallerini düzene koymakla uğraşmayıp, dolaptan bana göz kırpan cd'yi amacına ulaştırarak beni darmaduman etmesine izin verdim...
iyi mi yaptım bilemeden...

cd başladı dönmeye, benimse başım... önce çocuk oldum "yağmurun elleri"yle... "hiç kimsenin, yağmurun bile böyle küçük elleri yoktu", benim gibi... sonra terkedildim... ama gülümsedim gidene, "olmasa mektubun, yazdıkların olmasa" derken o içimdeki terkedilen genç kız, ben "iyiki gitmiş" dedim, şimdiki zaman olarak.

sonra ben, "bana bir masal anlat baba" diyen küçük kız çocuğunun sesi oldum. anlat baba dedim, "içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun" diye ağlayarak...

ben henüz bir yitikliğin ardından ağlarken, birden kendimi "maskeli balo"da dans eden kızın kollarında buldum. sonra "vira vira" da tatilin, eğlencenin dibine vurmuş olgun bir kadın...

sonra evlendim bugünümde... hayallerimi taze tutabilmiş olmanın mutluluğunu yaşarken, fondaki şarkı tüm davetkarlığıyla coşturdu yüreğimi... elinden tuttum sevdiğim adamın, kucağımızda, bir kolu bende, diğeri sevdiğimde bir küçük kız, dans ettik, o adam "aşk yeniden" derken...

evet "aşk yeniden"di... "hem tanıdık, hem yepyeni"ydi... bizim aşkımız 3 kişilikti...

bu şarkıya torpil yapıp 2 kez dinledik... tepindik, ben ağladım... biliyorum hiç yakışmadı bu sahneye... ama.. mutluydum... ifadelerim donuk kalacaktı... bende donuk olmasındansa ıslak olsun dedim...

kahvaltı masamıza oturduğumuzda, önümde geçmişim, hesaplarım, sorularım, sorgularım vardı... nerdeydim? ve daha önemlisi olmak istediğim yerdemiydim... bu tehlikeli bir soruydu... "ya dışındasındır çemberin, yada içinde yer alacaksın"...
cevaplamaya istediğim sorudan başlayabilirim esnekliğiyle geçiştirdim bu soruyu...

tam bu esnada çalan şarkı kurtardı bu zor sınavdan beni...

"başka türlü birşey benim istediğim, ne ağaca benzer, nede buluta... burası gibi değil, gideceğim memleket, denizi ayrı deniz, havası ayrı hava. nerde gördüklerim, nerde o beklediğim, rengi başka, tadı başka..."

kahvaltım bittiğinde, ben o kısacık zaman diliminde yeniden doğmuş, aşık olmuş, sevdiklerini yitirmiş, evlenmiş ve sorgulanmıştım...

hani en çok kokular insana çağrışım yaptırır derler ya... bende aynı etkiyi sesler yapıyor. bir ses... doğa, insan yada bir şarkı...

bugün şarkılardı beni örseleyen, yağmalayan... 20 şarkının 20'sinde de aynı bendim, ancak geçirgenliği olan, unutmamacasına yaşamış olan bir ben... seven, sevilen, kaçan, göçen, doğan, doğuran... hepsi bendim... ve bitti...

şimdi ben... sadece et ve kemik değilim... ben ne yaşadığımı bilen, ne yaşayacağını bilemeyen ancak ne yaşamak istediğini bilen, duruşu sağlam yüreği yangın yeri bir kadınım... şimdi ben en çok anneyim...

farkında olmasam da ne çok özlemişim kendimi... şu seslerin ettiğine bir bak... ters-düz oldum... ah bu şarkıların gözü kör olsun...

bu kadar bencillikten sonra, kafası karışan kızımı alıp, ayağımda yünlü çorabımla oynaşmalı, bugünkü benin tadını çıkarmalıyım... geçmiş bir süre daha -mişli geçmiş zamanda kalsın...

neee yünlü çorap mı... evet yaa... benim ayaklarım çok üşürde...

siz Türkler, hımmm nasıl derler...

"ayağını sıcak tut, başını serin"...

bunun gibi...
sevgiler...

20 Şubat 2009 Cuma

bir çay lütfen...

bugün bize nazlı bir kız geldi. kahvaltıyı bin naz eşliğine yap-ma-dı. suluboyaya burun kıvırdı, ütüyü görmezden geldi, öğlen yemeğini yerken midem bulanıyo diyip kaçtı. bu kız sadece nazlı değil aynı zamanda pek bir halsizdi. hiç kimse onu anlamıyor, dünya ona dar geliyordu adeta (kendimi çaktırmadan ergenliğe hazırlıyorum).
anne bu nazlı kızın nadir uğradığı evinde değişiklikleri artık hazırlıklı kabul ediyordu. madem yemek yemiyor hımmm birde halsizlik var, o zaman tek ihtiyacımız olan kivi-elma suyunun içine karıştırılmış bisküvi ve tahin. (ayy biliyorum kulağa iğrenç geliyor ama yapıyorum. yemek yemeyen bir çocuğu hem tok tutmak hemde halsizliğin habercisi olası bir hastalık durumuna karşı vitamin depolamak için bu çok da iğrenç olmayan karışım şart) malzemeler hazır. nazlı derin'in önüne bulaşık önlüğünü bağlayıp mutfak tezgahına oturtunca ne olsa yedirebilirim. tabi sırılsıklam olmayı (tüm mutfak ve ben dahil) göze almayı unutmamak lazım. (sabırsız veya çok titizseniz bu yazdıklarımı unutun). neticede biten bir tabak meyveli püre ve dolap kapağından köpük akan bir mutfağım var... Allah'ım ne mes'udum...
öğle kabusundan sonra uyku öncesi hikaye seromonisi ve kulakla oynama tantunumlarıyla derin'i uyutuyor ve akşam yemeği hazırlıklarına başlıyorum ki bugün haaalaaa bir fincancık bile çay içmediğimi farkediyorum. hemen filmi başa sarıyorum... hımmm evet hatırlooorum.
evet uyandık, Derin güne nazlıyla başladı. Nazlı, Derin'in içine bazı bazı kaçan canavarın adı. onu kahvaltıya ikna etmekle geçen bir sürede ben sadece peynir yedim. tamam itiraf ediyorum bolca ekmek ve peynir yedim :) ama pilates öncesi bişiler atıştırmam şart... ve peynir iyi bir alternatif.
hımmm sar sar filmi. pilates yaklaşık 50 dak. sonra mutfağı ve odaları toparla, derin nazlı'nın öğle yemeği tartışması, tartışmaktan vazgeçip mutfağı harap etmesine göz yummam ve 45 dakika süren uyutma çalışması ve nihai son... ama ben haalaa çay içmedim...
gün devam ediyor. yemek hazırlığı derin'in uyanması, oynaşma, onu kendine getirme uğraşları... eşimin eve gelmesi ve akşam yemeği... çay içtiğimi hatırlamıyorum. sizde okumadınız değil mi haalaa... yok yok içmedim. yemek sonrası evde yapılan gürültülü bir maç (evet biz evde kalecilik oynuyoruz) sonra derinin uyuması. oohhh rahat rahat çay içebilirim....
o da ne? ÜTÜ!. yahu bu ütü masasını ne zaman salona getirdim ben diye söylenirken eşimden aldığım "şu programı ütü eşliğinde izlerim" i söylediğim cevabı... bende ara ara film kopuyor. anlayacağınız Derin'in içine Nazlı kaçarken benim içimden aklım uçmuş gitmiş.
ütüye dalarım, ortalığı toparlar, derin'in elinde aksesuar olarak gezdirdiği kakaolu sütün halıya döküldüğünü farkedip bir sinirle (mutfak dolaplarını sildiğim yetmiyormuş gibi) halıları silerim.
bugüne dair en son hatırladığım görüntü, tv'de cem yılmaz'ın konuk olduğu varmısın yokmusun? yarışmasını, elimde halı fırçası saçlarım dağılmış, halıda iki büklüm kalarak kahkahalarla güldüğüm an... sizce hanigisi daha komik. cem yılmaz mı yoksa külkedisine dönmüş haliyle bedeninin son enerjisini halı silmeye harcayan ve koca bir gün boyunca haalaa 1 fincancık çay içememiş ben mi???
yarın derin'i de alıp en yakın çocuk parkına gidicem. yanımda küçük termosum, derin kaydırakta çığlık atarak kayarken ben keyifle çayımı yudumluyor olacağım. eğer o nazlı haala gitmemişse evine, o da gelsin bizimle parka, belki orda derin'i terkedip başka çocukların peşine düşer. aahh umut dünyası işte...
yorucu bir gün mü geçirdim ne?

19 Şubat 2009 Perşembe

görmek için bak...

orda bir atlıkarınca var. üzerinde sen ve ben... fotoğrafımızı evin reisi çekiyor. sen sıkı sıkı tutundun atlıkarıncanın tahtadan yelesine, ben sırtına yapışığım... sanki ikimizde atın üzerindeyiz. dönüyoruz, biz döndükçe değişiyor dünya... önce babanı görüp heyecanla el çırparken, yavaş yavaş karışıyor renkler... baban orda haalaa bizi fotoğraflıyor olmalı, göremesek de.
hızlanıyoruz....
döne döne büyüyoruz... senin saçların uzarken benim ellerim buruşuyor... 3 dakika belki yada 10... farketmez... 1 dakika bile olsa birden büyüyeceğin geliyor aklıma o atlıkarıncanın tepesinde... ilk mutluluk çığlıklarını atlıkarıncada atmıştın, şimdi ne zaman eline alsan kalem yada boyaları hemen çiziyoruz... sen atlıkarıncada oluyorsun, ürkek ama çok istekli... ben hemen dibinde, sana sıkı sıkı sarılan... sen tedirginliğini bastıran çığlıklarını atarken, benim aklımdan geçenler gözlerimi yaşartıyor.
bu resim bizim hikayemiz. Derin çizerken anlatıyor ne yaptığını... eğri büğrü de olsa çizgiler, bazen sadece daire veya 8 yapmış olsada, bu sadece görünen.... ama içinde atlıkarınca var hep aslında, bizi en mutlu eden an olarak heran resmini çizdiğimiz...

18 Şubat 2009 Çarşamba

aslında... meğer...

sıklıkla kullandığımız kombin kelimelerdir, "aslında ve meğer". çok farklı gibi görünselerde, gerçekte birbirine son derece bağlı yaşam hareketlerinin ifadelerinde başrolü oynarlar. onlarla ifade ederiz ne umdum, ne buldum'u...
şöyle ki;
"aslında" bir fikir aşılar, "meğer" bir duygu.
-aslında bu haftasonu Ada'ya gidebiliriz.. / meğer; bunca zaman gelmemekle ne çok güzellik kaçırmışız.

"aslında" başlangıçtır, niyettir, "meğer" ise bitişim yorumu, neticedir.
- aslında çocuk sahibi olmayı çok istiyorum, hem buna hazırım da.... / meğer, çocuk bir mucizenin adı, hayatın hiç görmediğimiz farklı ve çok renkli yüzüymüş.

"aslında" kafada yanan bir ampüldür, "meğer" ise ampülün yaydığı enerji.
- aslında birlikte yaşayabilir yada evlenebiliriz yaaa düşünsene.... / meğer, O'nu ne yanlış tanımışım.

"aslında" bakış açını farklılaştırır, "meğer" ise tepkini.
- aslında bir müzik aleti çalmak, dünyaya müzikle ritim vererek, kendi ritmine uyup hayatı yönlendirmek gibi bir duygu. / meğer, ne zormuş yaa enstrüman çalmak. hiçde öyle gıygıy'la keman çalmış sayılmıyorsun. var yaaa boynun kopuyo kızım o kemanı düzgün tutucam derken ( hihiiii tecrübeyle sabittir)

örnekler çoğaltılabilir tabi. bunlar ilk anda aklıma gelenler. nerden çıktı bu şimdi derseniz, sadece, mail kutumda son yazdığım "şifreli hayat" gönderisi ile ilgili aldığım bir yorum diyebilirim. aslında yorum bölümüne yazmış olsa o arkadaş, yorumunu yayınlayacaktım. ancak sadece mail atmış... her türlü eleştiriye açık olduğum gibi, kırılmıyor da değilim. ama beni kıran yapılan yorum değil, sadece söylemek istediklerimi yanlış ifade etmiş olabilme ihtimalimden dolayı birilerinin beni yanlış anlaması...

özetle,
-aslında kızımın hayatımıza girmesiyle değişen düzenimiz ve alışkanlıklarımızı paylaşmak istemiştim. meğer, anlattıklarım mükemmel anne olmaya çalışıp, bunları insanların gözüne sokmakla eşdeğer bir anlam ifade edebiliyormuş kimilerine...

16 Şubat 2009 Pazartesi

şifreli hayat...

bir çocuk hayatı öğretir bize, bildiklerimizi unutturur... bir çocukla temize çekeriz tüm alışkanlıklarımızı.. hani rol model olmak var ya, çok gurur verici olsada bazen ağır gelir insana...
bazı sabahlar yataktan çıkmak istemeyip, pijamanızla miskinleşmek istediğinizde, hayıflanırsınız, o'na uyanınca pijamalarımızı çıkarmamız ve yatağımızı toplamamız gerektiğini öğrettiğinize... çok koşup zıplayıp yorulur ve içiniz alev alev yanınca buzz gibi bir kola içmek varken, bir bakmışsınız bardağınıza süt koyuyorsunuz, yanınızda bir hevesle sizi izleyip sütten bıyık yapma yarışına giren afacan bir surat belirirken...
bilgisayar mesela... sadece "o" uyurken kullanırsınız genelde. ve böylelikle daha az kalırsınız ekran karşısında ve o zaman daha çok zaman bulursunuz oynamak tepinmek ve yorulmak için. yemekten kalkınca ellerinizi yıkamayı unutmanız mümkün değildir, banyodan "anneeee musluğu açarmısın elimi yıkıcammmmm" diye seslenen biri varken...
her an dans etmeye hazırsınızdır. elinde plastik bir kap ve tahta kaşıkla karşınıza geçmiş korkunç gürültü yapıp sizi dansa davet eden bir afacanla depresyona girmek sizin neyinize. hadi bakalım kıvır ve zıpla...
sigara içmezsiniz... evde sigara paketi bulundurmasınız. ancak çocuğunuz bilir maalesef sigarayı genelde. malum eş-dost-akraba üçgeni. ancak sigaranın içilen bişi olduğunu öğrenmez sayenizde neyseki. görmez çünkü, görmemesi, o dumanı solumaması için ne gerekiyorsa yaparsınız. insanlara ters düşmek ve "bu kadarcık dumandan bişi olmaz canım" ları duymaz ve kaçarsınız ortamdan. eve gelen misafir sigara içmek istediğinde "ben balkona çıkıyorum, çöp atıcam" demek zorundadır. açık konuşmak yasaktır.
hani bazen yemekte bişiler içmek istersiniz. o zamanlar içilen içecek eğer kola ise, siz sihirli kelimeler kullanırsınız. "gazlı-siyah" gibi... ve kupada içilir o gazlı siyah... içeriği belli olmamalı. eğer farkederse malum şahıs, hemen onun bardağına da köpürte köpürte kakaolu süt koyarsınız. eee baksanıza nerdeyse aynı renk işte :)
arpa şehrileli çorba yada mantı herzaman makarna adıyla anılır... çünkü makarnanın cazibesine karşı koyamaz çocuklar... hele hele Derin gibi yeme sorunu olan çocuklar...
aile büyükleri ziyarete geldiklerinde, çocukları mutlu etmek için abur cubur alıp yedirme sevdası had safhadadır. ve anne bu durumda koruyucu kalkan görevi görür. ve zor olsada alıştırır büyükleri sihirli soruları çaktırmadan sormaya... "durum nedir, mutlu olmaya hazır mı?"... anne duruma göre asayiş berkemal bakışı fırlattıktan sonra büyükler getirdikleri 1001 çeşit ıvır zıvırdan annenin cömertliği sayesinde sadece 1'ini vererek emellerine ulaşırlar... çocuk azla yetinmeli. diğerleri acil durumlar için...
bazı kelimeler anlam itibariyle coşku uyandırmaya müsait olduğundan, bu kelimeleri kullanırken çocukları hayal kırıklığına uğratmamak için dikkat etmek gerekebilir. mesela, hava kötüyse park kelimesini kullanmak çocukta istek yaratacağından onun yerine "kumlu mekan" denebilir :) yada eğer uyku zamanıysa arkadaşlarından birinden bahsetmek bazen can sıkıcı olabilir. o zaman o kişiden komşu kızı/oğlu diye bahsetmek gerekebilir. tabi bunlar çok karşılaşılan durumlar değildir. ancak çocuklar hem çok dikkatli hemde gaza gelip coşmaya müsait olduklarından bazen dikkat etmemek tatsız sonuçlar doğurabilir.

genelde anneler sürekli teyakkuz halindedir. hem çocuklar çok kopyacı hemde bunu yeri geldiğinde (unutmayıp) acımasızca kullanacak hafızaya sahip oldukları için anne olarak temkinli gitmek yerinde olacaktır. ama bu yazıdan sonra çocuğumu cam fanusta yetiştirdiğimi düşünen olursa hiç üşenmem gömerim kafayı :) yok öyle bişi...

bunlar bizim dikkat etiklerimiz ve şifrelerimiz. biz böyle naçizane şifrelerimizle temiz ve eğleceli bir hayat yaşıyoruz. tabiki istisnalar oluyor. mesela kışı önemsemeden dondurma yiyiyoruz, yağmurda koşup ıslanıyoruz, çorapsız geziyoruz bazen, saatlerce bulaşık yıkıyıp gaza gelip tüm mutfağı yıkıyoruz, banyoda parmaklarımız buruşuna kadar kalıyoruz, yüzümüzü kedi/köpek/tavşan şeklinde boyayıp 100lerce fotoğraf çekip sonra onlara kahkahalarla gülüyoruz... bunun gibi daha nicelerini yapıyoruz ama sağlığımızı da çok önemsiyoruz... çünkü biz önce kendimizi seviyoruz... ve nice uzuuuun yılları birlikte geçirmek istiyoruz...

13 Şubat 2009 Cuma

bildiğiniz gibi...

ben küçükken geceleri hep dua ederek, iyi dileklerde bulunarak uyurdum. çocukça dilekler...
-fen yazılısından iyi not alıyım, öğretmenin en sevdiği öğrencilerden olayım, hiç hasta olmıyım yoksa folklor kursuna gidemem, annem babam birbirlerini hep sevsinler, kardeşimle artık kavga etmiyim, lütfen hemen uykuya dalıyım......vs.
bazı geceler hemen uyumak isterdim, uyumayıp hayal kurmamak için. çünkü o zaman saatler ilerler ben halaaa hayallerin birini bırakıp diğerinin peşinde koşardım. öyle heyecanlanırdım ki hayal kurarken bazen uyandığımda hayal ettiklerimi rüyamda görmüş olurdum. birde bu rüyalara anlam yüklerdim, "bak rüyamda gördüm kesin olacak" diye. o zaman rüyaların çoğunun bilinçaltı ile alakalı oluğunu düşün(e)miyor bu tatlı avuntuya kendimi kaptırıyordum.
eğer yaz gecelerini yaşıyorsak, bazen sokakta çok oynamaktan, deli gibi yorgun olduğum için dua etmeden uyurum diye korkardım. dua bile edemeyecek kadar halsiz kalmışsam "Allah'ım her zaman ettiğim dualar, sen biliyorsun neler olduğunu. beni affedeceğini biliyorum, teşekkür ederim" der kapatırdım gözlerimi.

bugünlerde yine böyleyim. yazmak istiyorum, yorgun değilim de sadece dilim beynime dolandı. bir türlü çözemiyorum. düşünmüyor, hayale etmiyor sadece yaşıyorum anı... hal böyleyken elde olanlar, yazmayı gerektirmeyecek kadar anlamsız kalıyor nezdimde...
iyisimi ben size "hep yaşadığım şeyler, sizler biliyorsunuz neler olduğunu" diyeyim...
ama bunu yazarken son postumun etkisinden kurtulduğumu, Derin'le o posta nazaran daha sakin günler geçirdiğimizi, bol bol örgü ördüğümü ve yakında sizlerle ördüklerimi de paylaşacağımı geniş bir parantez içinde belirtiyim...

sevgilerimle...

11 Şubat 2009 Çarşamba

oysa ki güne nasıl başlamıştım...

kahvaltı yapmadı, belki temiz hava iyi gelir, hem havada güzel diyip dışarı çıktık. pembe yazlık elbisesini giymek için tutturdu. giydirdim, sonra vazgeçti pantolon giymek istedi. giydik. dışardayız çok şükür. gözlükçüye gittik. kırmızı çerçeveli gözlük beğendik. sigortadan yararlanıp alıcaz gözlüğümüzü, çünkü bariz fiyat farkı var. sigortada sorun çıktı. zaten camlarımızda hazır değil. öyle hemen alıp çıkamayız. kızım gözlüğü bırakmamak için direndi (bu iyiye işaret aslında). ancak binbir bahane ve boş bulunduğu bir an kaçtık ordan. çocuk parkındayız. elimizde en sevdiği poğaçalar. oyun oynayarak yedirmek gayretindeyim. ama yok. ağzında tutuyor bütün parçaları. sol yanak ayrı bir surat kadar büyüdü. parktaki sevinç çığlıkları diğer çocukları korkuttu. top havuzuna 1-2-3 diye sayıp çığlık atarak atlıyor diğer çocuklar kaçtı. bizimki onları ellerinden tutup top havuzuna almaya çalıştı. ben diğer annelere mahçup bakıyorum. ikna oldu atlamamaya oyuncak eve girdi. çıkmak istemedi. ağzında haalaa yemek parçaları. zıplarken öksürüyor. yutmamak için direniyor.
45 dakikanın sonunda hiç konuşmadan dışarı çıkardım. kızgınlığımı anlamış olacak ki itiraz etmedi. (yada çok yoruldu, bu pek mümkün bir ihtimal değil ama).
bir mağazadayız. derin'e birkaç eşofman alıcaz. hepsini istedi. olan olmayan. her türlü renk. bebek takımları... güç-bela birkaç parçadan sonra çıktık mağazadan. yürümek istemedi. kucak diyip durdu. yorulmuş olacağını düşünerek kucağıma aldım ancak her kaldırım taşına kucağımdan atlayarak basmak istedi. yolda gördüğümüz Turkcell, Arçelik mağazalarının logolarını sevdi. dükkanlara girip meeraabaaa dedi. çıkmak istemedi. Turkcel tavuğuna beni şikayet etti. ağladı. kucağıma almadan koşarak gitmeyi teklif ettim. bayıldı bu fikre. ve eve koşa koşa geldik. 2 bardak dolusu su içti. annem midem bulandı dedi.(bunu nasıl anladı hayret ettim ama doğruyu söylediğine eminim. çünkü hiçbişi yemeden su içti sadece)
pijamalarını giydi. kulaklarımı okşayarak uyuduğu için yanına yattım ama kızım uyuyamıyor. sürekli -annee ooomuyo, uyumuyorum anneee uyumuyorum diye diye kulaklarımı kızarttı. -annecim konuşmazsak uyuruz bak çok yorulduk hadi kapat gözlerini, diyorum ama o uyuyamadıkça kulaklarımı daha da hırpalıyor. ben ağlıyorum. yorgunluktan ölmek üzereyim. üstelik içimde biriken sinir yanaklarımı kıpkırmızı yaptı ve kulağım çok acıyor.

şimdi uyuyor. bense önümdeki 2 lt'lik dondurma kasesininin dibini görmeden dolaba koymak için biraz daha sakinleşmeyi bekliyorum.
daha günün yarısı oldu ama ilk postumla 2.si arasındaki gelgitli ruh hali bugünü 2 kez uyumadan yaşamışım gibi hissettiriyor.
buna 2 yaş sendromu mu deniyordu??? Allah'ım ne zaman bitecek...

aaarı vızvızvız

bu sabah daha dünya uyanmadan gözlerimi açtım. salona ağır bir uyuşukluk çökmüş, koltuklar horluyorlar... yahu benim evimi neşelendiren, pencereden giren güneş mi sadece? perdeler kapalıyken ev nede soğuk görünüyor gözüme... bir kitap alıyorum elime... ismail cem-Türkiye'de geri kalmışlığın tarihi... pöööfff çok ağır oldu sabah sabah... mutfağa gidip çay demliyorum ama canım içmek istemiyor... bişi arıyorum beni bu sabah dinçliğine ayak uydurup neşelendirecek... bişi olmalı yüzümü güldürecek...
mutfaktayım... çemen yapıcam. yuuhhhhhh!!! napıyım kızım çemeni çok seviyor. yenide bitti evde, kahvaltı için iyi olur. . malzemeler hazır... yavaaşş yavaşşşş hazırlıyorum çemeni. yahu ne bu içimde bişi arayan meraklı sorular... gözlerim niye etrafı kolaçan ediyor sürekli. hani biri beni izliyor ve benim onu bulmamı bekliyor , sanki biri bir yaramazlık yapmış da yakalanmayı bekliyor gibi. ev tedirgin, ben içime kaçan zehir hafiyeyle beraber dolanıyorum evde... yürüyorum yürüyorum meraklı ve soran gözlerle... salon temiz... yürüyorum yürüyorum... (tabi ev 890543 m2 yaa, yürü yürü bitmiyor :) evin batı yakasına geçiyorum)

veee buluyorum onu. salondan kaçmış, antrede dans ederken yakalıyorum... bunca gürültü seni bulup gülümsemem içindi değilmi?
kızım... uyuyorsun ama ben seninle oynamaya başladım bile...

aaaa unutmadan başlık mı? evet çok alaksız oldu yaa. ama bu postu yazarken dilimde bu şarkı vardı, kendisini yok saymak istemedim...


of derin yaa uyan artık evcilik oynayalım :)

10 Şubat 2009 Salı

beni aktive et...

anlaşılmak, anlaşmanın kaçıncı türevidir?
söylenen sözü kulaktan önce kalp mi duyar? peki kırılma önce hangisinde olur?
ya yalnızlık... beyinde mi, vücutta mı nükseder?
terkedilince önce beden mi çürür?
biliyorum karışık ve anlamsız gidiyorum...

bir pencere açılıyor önümde...
hayatınızın yeni sürümü kullanılabilir durumda... ne yapmak istiyorsunuz?
a) ohh yaa nihayet, hadi hemen yükle
b) acım çok yeni, yanlış karar verebilirim, daha sonra hatırlat,
c) de haydi git işine,
d) üzgünüm ama bunun için kalp kapakçığını yenilememiz gerekiyor,
e) çok yorgunum, a'yı seçersen biraz bekliyceksin...
f) beni uğraştırma kendin bişiler bul...

son seçenek bana çok samimi geldi... yeni sürümü belirleyen kim? sevincimi üzüntümü başkasının belirlemesini istemiyorum.
ve alıyorum elime kalemimi, boyalarımı, önümde zaten nicedir hazır bir beyaz sayfa...
çiziyorum sevdiklerimi, sevebileceklerimi, beni sevenleri... bundan sonra yanımda olmasını istediklerimi... az ama öz... olsun, ne istediğimi biliyor olmak çok güzel...
ve atlıyorum yeni hayatıma. içimde sonsuz burukluk... düştüğüm yer beni yaralamayacak, ben çizdim, ben seçtim...

not : bu yazı kişisel değil, terkedilmedim, kırılmadım... hayallendim sadece :)

sevgilerimle...

8 Şubat 2009 Pazar

unutmıyım diye yazmıştım... neyse ki...

bu aralar Derin'in hayal dünyasının renkliliği ve cümle kurmasındaki bariz farklılıkları gözlemliyorum. ve birçoğunu da not alıyorum. hani yavaş yavaş diyicem ama değil, kızım koşar adım büyüyor. işte bir kısmı:
benim yaşadığım: Derin öğle uykusuna yattığı zaman bazen evi tamamen sessize alıyorum. zili iptal edip, telefonları sessiz moda alıyorum. evde çıt çıkmıyor. ve arayanlara derin uyandıktan sonra dönüp, açıklama yapıyorum.

derin'in gözlemi: (elinde telefon) alooo, aaa iyiyim sen yaaapıyosun... kısım uyuyodu tiiiifonu sessiz yaptım. hııııı kaaakkktı şimdi oynuyooo. sen yapıyosun....

- baaabaaa, hoşgeeeedin. yapıyosun saçaklı (höööö !?!!!??? )

-pooooo (teletubbies oyuncağı) bak sana diyorum. kakamızı koooosete yapıcaz. soora popon yara olur. bak kokuyo püffff... kiyem süyim miii. hı süyimmii. pamam. sen bekle. sakın kaaakma. ben kiyem süüücem kızıma...

-esmaaa (başka bir oyuncak bebek) gudu gudu acıktımııı. neeefffiiisss ısmanak var burda. aç ağzını bakiiimmm. emekleri çiğğneeee pamam mı? aaazında tutarsaaaaannn nooolur? hııı nolur esma? ebbbeeeettt kusarsın... hı hııııı. yuttunmu? aaaaferimmm kızımaaaa...

-ama esmaaa ben basket oynamak istiyommm. çıkar elmisemi. benim oooo... (esmayı da kendi giydirmiştir bu arada ve şimdide sitem ediyor el kadar bebeğe)

derin'in odasındayım, dağınıklığı toplamak için. ayağım bir oyuncağa takılır ve oyuncak ses çıkarmaya başlar. derin salondadır ve seslenir.
- menim odam, menim oyncağım. bııııraaaakkkkk... menim o.
o zaman oyuncaklarını toplarmısın annecim bak odan çok dağılmış.
-pamam. annneee... senlen odamısı toplayalımmı? hııı bana kim yaaadım etmek istiyoooo? anne sen mi yaaadım etceksin... pamam. hadi toplayalım. (ve derin anında arazi olur)

benim herhangi bir sebeple ağladığımı görünce:
-anneee kafanı mı vurdun? pamam ağlama, ben buuudayım. öpiimmi? neren acıyooo? ağlama annee. ben geeedim.

...

...

...

...

süreeerr sürerrr... derin konuşur ve gider, ben şaşkınlığımla kalırım ardından...


koca bir teşekkür...

bloğuma yazdığım yazıları fotoğraflarla renklendirmeyi, fotoğrafları da öyle olduğu gibi değil biraz süsleyerek yayınlamayı seviyorum... bu süsleme olayına scrapbook denen bulaştınmı kendini durduramayacağın bir hobi sayesinde başladım. scrapbook'tan da dünya tatlısı nilüfer sayesinde haberdar oldum. (off yaa amma bağlantılı bir giriş oldu) kendisi önceki bloğunda scrapbook'la süslediği fotoğraflar kullanıyordu. ben nilüfer'in yaptığı, yazdığı, yaşadığı herşeye hayran biri olarak hemen scrapbook'u da araştırıp hayatıma aldım. (nilüfer sen bitanesin) ancak bu özellikle yurtdışında yaygın bir hobi idi, yakın zamana kadar Türkiye'de malzemelerini bulmak mümkün değildi. ancak bloğuma brıaktığı yorum ile tanıştığım harika insan Karen Hanım aracılığıyla artık Türkiye'de de scrapbook malzemelerini bulabileceğimizi öğrendim. Karen Hanım İstanbul'da yaşayan olağanüstü yaratıcı ve yetenekli, nev-i şahsına münhasır, çok kibar bir bayan. scrapbookla ilgilenenlere özel ders veriyor.
ve Karen Hanım benim için bir scrapbook sayfası hazırlamış. bloğumda yayınladığım fotoğrafların bir kısmını kullanarak harika bir çalışma yapıp dün adresime gönderdi. adresimi sorduğu mailimi görünce elim ayağıma karıştı birden. şimdiye kadar hiç tanımadığım birinden hediye almamıştım. çok farklı bir deneyimdi bu... ve çok güzel...
Karen Hanım, hazırladığı çalışmaya birde sıcacık bir not eklemiş, zaten eriyip biten beni iyice yerle yeksan etmişti...
şunlara bir bakın, haksızmıyım...




karen hanım, elinize, emeğinize, kalbinize sağlık... ben çok beğendim... benim için bıraktığınız 2 boş sayfayı da düzenlemek için sizi rahatsız edeceğim. sıcacık ve kucak dolusu sevgilerimle...
not: ben fotoğraflarımı scrapblog ile düzenliyorum... ilgilenenlere duyurulur...

6 Şubat 2009 Cuma

istanbul kazanında 4,5 kepçe...

1+0,5 kepçe güne mutlu uyanır, vitaminlisinden nefis bir kahvaltıyı bünyeye alır, giyinir bir bakar kendine hafif janti gibidir, bir öpücük sallar aynadaki aksine, alır telefonu eline 3 kepçe daha bulurlar kendileri gibi iyi hisseden. eee ne dursunlar ki daha... atlarlar güzelim şehirlerinin toplu taşımalarına veee ver elini ortaköy...
işte detaylar...

modaya uyup tarihi yapılar önünde fotoğraf çektirmek ortaköy'e gittim demenin şanındandır.
kuşlara yem atıcaz diye çoluk çocuk hurraaa diye meydana salınıp kuşları ürkütüp kaçırmalar, betonlaşmanın ruhta yarattığı tahribatın can yakan yansıması olabilir mi??? yahu hiç kuşlu, ürkmeli, aman üstüme üstüme uçtular korktum diyemeden, ağız tadının bir hayli kaçtığı saçma sebil fotoğraflarımız oldu. kuşsuz, bir başımıza... amaaa benim kuşum hep kollarımdaydı...uyduruktan uyumak, içeceği artistik pozlarla hüpletmek, 2 yaşın daha bilmediğim 18740 adet getirisinden birkaçıymış...hımmm burda bir gök var haalaaa masmavi... dur bunu bir yere not alıyım, unutup herşeyi gri gördüğüm günlerin karşısına dikmek için...annneeee siyahhhhhh genizin üstündeyiz... annneeeee gidiyooo apur gidiyoooo.... (ısrarla vapura apur dedik)biz deniz havası aldık, Derin deniz havasında döktürdü. elinde mendil yaptığı boncuklu bileziğimle...ama bu kadar kendi halime kalmam, kızımın psikolojisini bozdu. "ben bebek oldum, agu yap" dediği can alıcı sahne...aaa unutmadan, diğer kepçeler... canım annem, canım teyzem ve şekerlik gülşen...veee ortaköy deniz çıkartmasının hazin sonu... mağlubuz... kuyruğumuzu kıstırarak evimize döndük... ağzımız açık bu denize bakaaaa bakaaaa...
duygu yorumluyor:
istanbul'un rezil trafiği günümüze gölge düşürmedi. her ne kadar kendisi zamanımızın 4 saatini trafikte harcamamızı koz olarak kullansa da, üzgünüm çarpık kentleşme, biz eğlendik. şimdi ben bu postu yazarken gözümün önünden bir daha geçti günümün tamamı ve sadece sana nanik yapmak istiyorum. ve bir vecize ile yazımı sonlandırıyorum: havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun. bu da sana kapak olsun çarpık kentleşme...

4 Şubat 2009 Çarşamba

kokoşluk yolunda...

bugün gelen bir hediyeden fırlayan kokoş canavar kızımın içine kaçtı, yakalayamadım... giydi, takıştırdı, dolandı durdu odanın muhtelif zeminlerinde tak tak takırtılarıyla. birde bileziği var ki ten temasıyla ışık saçıyor. bu sevda uğruna bütün akşam karanlıkta oturduk mu... ohh ne keyif ne keyif...


öğrenen, öğreten ve ören bayan...

öğrenen bayan...
bir mimle karşı karşıyayım... sevgili çocuklaçocuk mimlemişti beni okuduğum kitabın 161. sayfasının 5.cümlesi konusunda. kitabım "Çocuğunuzun Ruhsal Eğitimi-David Caroll". bu kitap Derin doğmadan önce kitaplığımıza girmişti. ama dürüst olmak gerekirse, kızım doğduğunda hem vakitsizlikten hemde içgüdülerimle onun bu ilk dönemlerini geçirmek istediğimden elime almamıştım. ancak şimdi kızımdaki değişimleri gözlemlemek, anlamak ve bilinçli bir anne olmak için yanımdan ayırmıyorum. kitabın 161. sayfası önemli bir konudan bahsediyor. sadece 5. cümleyi yazmam hem anlaşılmaz olacak hemde o değerli bilgilere haksızlık olacaktı.
iyiliksever görünen, oysa aslında ana babanın kendi nevrotik gündemlerini yansıtan mesajlar vermemeye dikkat ediniz.
Gerald Walker Smith içe bakış konusunu ele alan Hidden Meanings (gizli anlamlar) adlı kitabında, hergün hepimizin birbirimize verdiğimiz ve gerçek hislerimizi, gerçek niyetlerimizi (başkalarından olduğu kadar kendimizden de) gizlemekte kullandığımız tipik iki anlamlı mesajların bir listesini çıkartmıştır. bu kitabın bir bölümü birşey söylüyor gibi görünen, ama aslında oldukça farklı birşey kastedilen klasik ana baba konuşmalarına ayrılmıştır.
böyle bir konuşma ile karşılaşınca, birçok çocuk içgüdüleriyle, kendilerine dürüst davranılmadığını, bir yerlerde sessizce bir arzu beslendiğini hisseder. ancak büyüklerinin konuşmalarının ve beden dilinin yüzeyinde kalmadan, bunun altını araştıracak psikolojik ustalığa sahip olmadıklarından dolayı, bunun nedenini, nasılını söyleyemezler. ve eğer olur ki ana babaları "eğer sen beni gerçekten sevseydin, böyle yapmazdın..." veya "senin iyiliğin için söylüyorum" tarzından içten pazarlıklı klasik laflar yağdırdığında, çocuklar gerçekten karşı çıkarlarsa, incinmiş ana bana "ben sana yardım etmeye çalışırken, sen teşekkürünü böyle mi gösteriyorsun" gibisinden öfkeli bir cevap verir. bu onlara gerçekten kazanma şansı bırakmayan bir durumdur. ayrıca çok kötüdür, çünkü psikolojik bakımdan kendi ana babalarına güvenemezlerse, onlara ruhsal bakımdan da güvenemezler.

diyor kitabımız... ve birçok örnekle bu açıklamayı destekliyor. ancak sizi sıkmadan sonlandırdım.
ve mimin kuralına uyarak şekellik, turkuaz deniz, şahane ve anne ve bebişini mimliyorum. kabul ederseniz size en yakın kitabın 161. sayfasının 5.cümlesini alalım lütfen... (bu rakamların bir anlamı varmı merak ediyorum).

öğreten bayan...
bugün kızım pilav yapmayı öğrendi... yihhuuuu... (pilavı karıştırıp ocağın her tarafına dökmeyi ve annesinin "kızımın eli yanmasın aman şimdi dökülecek caaanım arpa şehriyeler" gibi endişeleriyle kızını gözlemlemesi neticesinde pilavı tuzsuz pişirmesini sağladı demeye dilim varmıyor...)
olsun annem derdiki... birgün yaparsın sulu olur, birgün yaparsın tuzsuz olur. ama 3. gün öğrenirsin yemek yapmayı deneye deneye...
bende ağacı yaşken eğiyorum işte. 3 gün sadece... sonra bir daha mutfağa uğramıcam... :)
ören bayan...
elimde şişlerim, kah hüzünlenip, kah şen kahkahalara boğularak (yaa bu inceltme işareti nasıl yapılıyordu) geçirdiğim uzzuuuunnnn ve yorucu günlerin sonunda siz sevgili izleyicilerimin (okuyucularım) karşısındayım... sizleri hasretle kucaklıyorum... bugün size bir bolero nasıl örülemez ve yanlış-eksik-parça pinçik de olsa örülen parçalar sökülmek istenmezse nasıl değerlendirilir ondan bahsedeceğim.
efenim, ben elimde şişlerimle kahkahalara gark olmuş bu bünyeyi terbiye etmekle meşgulken örgü zannettiğim bir parçayı kendime bolero yapmak niyetindeydim. ancak kendimi nasıl bir gözle görüyorsam artık, arka parçanın uzunluğu benim sırtımın yarısı (burda sorun yok, çünkü bolero olacaktı) ancak genişliği Derin'in sırtının tamamı kadar oldu... e bihayli de örmüştüm. bu kadar örmüşken ben o parçayı öylece bıraktım. ve gerçek ölçülerle (bu gerçek ölçüler beni çok yıktı yaa neyse) bu kez kendi koca bedenime uygun bir bolero ördüm. sökmeye kıyamadığım, boyu tam, eni bana göre dar olan parçaya da ön parçaları örüp ekleyerek ortaya kızım için bir yelek çıkarmış oldum... bir örnek giyiniyoruz kızımla :) bir gözlükler kaldı :)
yapımı biraz uzun sürsede biz sonuçtan memnun kaldık.
şimdi sizleri bu hikayenin fotoğraflarıyla başbaşa bırakıyor ve saygıyla huzurlarınızdan ayrılıyorum...






3 Şubat 2009 Salı

son kontrol...

bugün Derin'in son göz kontrolüne gittik. evet sonuç aynı; astigmat, ancak hipermetrop eşliğinde... gözlük kaçınılmaz. napalım, şükrettik yine de...

doktorumuzdan önemli bilgiler edindik. astigmat, tedavisi olmayan ancak gözlük kullanımıyla ilerlemesi durdurulan bir göz kusuru. miyop ve hipermetrop bu kusura eşlik edebilir. ve en önemlisi de astigmatın oluşumunda kalıtım önemli bir faktör. anne veya babada astigmat olması çocuğu da önemli derecede etkiliyor. gözlük kullanmak astigmatın ilerlemesini durdurduğu gibi göz tembelliğini de engelliyor. erken teşhis ilerlemeyi durdurmak anlamında çok önemli bir adım. gözler büyümesini 20'li yaşlara kadar sürdürdüğünden, bu yaşa kadar tedavi ancak gözlükle mümkün. ancak bu yaştan sonra lazer tedavisi ile gözlük kullanımına son verilebilir.

bu bilgilerden sonra biz anladık ki Derin'im gözlerinin güzelliğini kusuruyla birlikte babasından almış. eşimin gözlerinde ciddi anlamda astigmat var. ben temizim :) önemli olan sorunu anlamaktı. artık ne olduğunu bildiğimize göre tedaviye başlıyoruz. dünyaya bir camın arkasından bakmak belki bize bu dünyayı daha güzel gösterir, diye avunuyorum...

derin henüz gözlük kullanacağını bilmiyor. birkaç optik ziyaret ettik ancak Derin'in yüzüne uygun bir çerçeve beğenemedik. bu hafta içinde yeni hayatımıza başlamayı umuyorum.

aşağıdaki fotoğraflarda muayenede uslu duran Derin'in ödülü oldu...
not: fotoğrafları scrapblogla biraz süsliyim derken hep alacalı bulacalı yapmışım. resimleri seçebilene bravo valla...

2 Şubat 2009 Pazartesi

bir mim, bin portre...

sevgili fundacım beni mimlemişti 4*4 konusunda... hani bilgisayarınızdaki 4.klasör ve 4. fotoğraf hangisi diye... geciktim biraz ama kabul ederse buyursun burdan...
bu fotoğraf geçen yıl mayıs ayında bir alışveriş merkezindeki film afişine vurulan Derin'in en içten sevgi ifadesidir. ve günlüğüme bu fotoğrafla ilgili düşülen not;
hep böyle kucak aç dünyaya... sen bilmezsin ama hani demiş ya zülfü livaneli bir şarkısında (ada) "dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak herşey..." diye... gülme hemen bu sözümü okuyunca... "anneeee ben ayıyı kucaklamışım sen neden bahsediyorsun" diye... olsun ayı da nihayetinde bir canlı değilmi bebikim...
kolların hep sevgi dolu olsun, sarsın sana değen tüm güzellikleri...

demişim... 22 mayıs perşembe günü...

ve bir mim bittiğine göre sırada bin portremiz var... dünkü değişikliğimizden sonra bugün üşenmedik yeni halimizi fotoğrafladık... hava soğuktu bizim enerjimiz ancak foto çekecek kadardı... bizde çektik...