27 Kasım 2012 Salı

gelecek mevzuu...

- büyünce ne olmak istemediğime karar verdim, dedi...
asla öğrenci olmayacakmış...

elbette her anne gibi bende kızımın başarılı ve de bir uzantısı olarak uzun bir okul hayatı hayalinde iken bu cümle,
- ben bir bireyim, ifadesi idi...
hem de en derininden...
adı gibi...

kendimi bildiğim, neye ölümüne deli olup, neye asla tahammül edemediğimi anladığımda takvim doğduğum yılın üzerine 25 yıl eklemişti...
ben mi geç kaldım, Derin mi erken buldu kendini sorusuna muhattap bir karar değil tabiki okudukların ama yine de hoşuma gitti, tersten düşünmesi.
belki bu senenin sonunda okulu bırakır :)

26 Kasım 2012 Pazartesi

ahretliğim dese, şişştt hemşire dese de olur...

muhtemelen, bu boyaları bitirdim,
muhtemelen, dersim çok vardı.
muhtemelen, karnım acıktı...
muhtemelen, bu çizgi filmi izliyorum...
.....
evet yeni kelimemizi cümle içinde saçmasapan kullandık. eminim bilmeyen biri bu kelimenin ne anlama geldiğini hala anlamıyordur :)

Derin, bazı kelimeleri doğru söylemiyor ve bu O'na çok yakışıyor. mesela hayla, devam eden anlamındaki hala-dır.
hayla yemek yiyiyorum, gibi.
İstiklal Marşı zaten baştan sona uydurma :)

geçen gün Sıla'nın Alain Delon şarkısı çıktı radyoda, tüm şarkıyı hem saçmalayarak söyledik hemde tek tek her satırını açıklattı. hey Allah'ım ne zor şarkıymış.
burdan yetkililere sesleniyorum, bu kadar anlamsız şarkılar yazmayın...
zorlanıyoruz arkadaşım...

bu akşam kuzenim bir fotoğrafımızı gönderdi, durup dururken salya sümük ağladım...
şu şapşallığa bakar mısın yaaa...
bazen "maşallah kızıma büyüdü at gibi oldu" diyorum, kızıyor bana. oysa daha küçükken atçılık oynardık evin içinde...
şimdilerde bana Duyguş diye sesleniyor. cumartesi günü kahvaltı hazırlarken, ne yemek istersin diye sorduğumda "sen karar ver ev arkadaşım" dedi bana...
koltukta otururken altına yüksek minder alıp oturuyor ve elini omzuma atıyor...
odasından koşa koşa gelip, hıh reklamlar bitti mi kanka diyor...
hadi gel tek kale maç yapalım dese yadırgamıyıcam yani o derece bi rahatlık..
ofistekiler bunları anlatınca yüzüme yalan söylüyormuşum gibi bakıyorlar, çünkü Derin insanlarla sohbet ederken sesi içine kaçmış gibi mıyır mıyır cevap veriyor...
anladım ki en rahat olduğu (normal olarak) yer evimiz ve sevdiği insanlar.

galiba benim kız çift karakterli...

NOT : Üstteki fotoğraflar Şubat 2009 / Ortaköy gezimize ait...
Allah'ım ikimizde ne kadar genciz :)

ve bu yandaki ise birkaç hafta öncesi...

ayy bi dakka galiba yine ağlıyıcam...




22 Kasım 2012 Perşembe

günün sürprizi köşesi...

her gün kalemliğine bir afacan saklanıyor...

istiyorum ki yanında olduğumu bilsin, derse başlarken bir gülümseme yayılsın yüzüne...

( iyi dersler meleğim...)

galiba işe yarıyor...

 (kalbim seninle miniğim..)
bide öyle sabırlı ki, okula gidip sınıfa girene kadar açmıyor kalemliğini, önceden merak edip tahminlerde bulunmayı oyun edindi kendine..
 (miyav miyav... Derin beni sevsene...)

aslında bilmiyor, her tahmini bir sonraki gün yapılacak sürpriz için ipucu bana..

 (minik kuşlar öpsün seni)
kendi baktıktan sonra arkadaşına soruyormuş birde, sence annem bugün ne çizdi bana diye :)

 (bütün kollarımla kucaklarım seni...)
 (bugün bir tavşanın kalbine girdin...)
 (bugün kendimi çok renkli hissediyorum...
iyi dersler mercimeğim...)
 


(balık tutmak, balık yemekten iyidir :)  


















Galiba beni seviyor :)

19 Kasım 2012 Pazartesi

nerede kalmıştık?

taşındım ben...
bazı anılarımı bıraktım eski evimde, bazısına kıyamadım, sonra yeni anılar yükleyeceğim eşyalarım oldu ve duvarlarım, aynalarım... 
evi keşfediyorum... hani olur ya, bir köşe seni çeker akşamları mesela çayını orada içersin, orda çalışır orada örgü örersin.. turluyorum şimdi...

bak şimdi bu yazacağımı yanlış anlama ama hayatımda ilk kez kirada oturuyorum. tırsıyorum biraz altından kalkamazsam diye, sonra nakışlı minderlerime bakıyorum, geçiyor endişem :)
gülme ama, birde hayatımda ilk kez oturduğum apartmanda kapıcı var. daha önce hep aile apartmanında oturdum. hani öyle tanıdıklar yada birkaç katlı apartmanlar falan... annemde haftaiçi benimle kalıyor ya, o da alışık değil kapıcı olayına. diyor ki, ben veremem öyle çöpü kadının eline, ayıp denen bişi var kızım, biz atarız kendi çöpümüzü :)
gülüşüyoruz, hırlaşıyoruz arada... hem eve hem kısmen de olsa birlikte yaşamaya alışıyoruz.

derin mi? o çok mutlu çok şükür. okula yürüyerek gidip geliyor, ben de işe aynı şekilde. İstanbul gibi bir yerde bu büyük lüks bilirsin...

hayatıma garip insanlar giriyor. kimisi çok mutlu ediyor, kimisi düşündürüyor. bazısı bunaltıyor, bazısı hayatın güzelliğini hatırlatıyor... yok öyle renkli, canlı, sokaklarda geçen bir hayatım yok ama bir şekilde hayatıma daha önce giren insanlar dönüp dolaşıp yine karşıma çıkıyorlar... vefa mı desem bilemedim ama kimse elini çekmedi üzerimden... galiba bu dünyanın en zengin insanı benim... 

yaa ev deniz kenarında değil aslında ama yakın, bu evde kaldığım ilk gece martı sesleriyle uyandım, şaşırdım nedense, dışarıdan gelen sesi, uyku sersemliğiyle tavuk sandım :) annem "cahil misin acaba sen" dedi, annemin bu dümdüz lafı beni çok güldürdü :)



kızımı okula bırakıp gelirken kaybolurum endişesiyle yol üzerindeki market dışında alt sokağa bile inmeyen annem, okulda kendine bir sürü arkadaş edindi. hepsinin soyağacını çıkardı, sosyal mi yoksa asosyal mi olduğuna karar veremediğim yine aynı annem, hala evde misafir geldiğinde ikram etmek için 4 farklı çeşit kahve bulunduruyor. ama tuhaf olan şu ki, taşındığımız evin adresini teyzem dahil henüz kimse bilmiyor :) 

her akşam bir curcuna evde. kızım, annemle beni kıskanıp türlü huysuzluklar yapıyor, ders konusunda bir annemi kurban seçiyor kendine bir beni, canımıza okuyor. akşam yemekleri gürültülü geçiyor ve eve kedi mi alsak köpek mi tartışmaları kavga ile sonuçlanıyor. bir kedi delisi, bir köpek delisi ve birde ikisinden de nefret eden biri olunca, aynı çatı altında uzlaşmaya varamıyoruz.

burası hayatım boyunca yerleşip yaşadığım 5.evim. 
ve sanırım en çok burayı sevdim....




8 Kasım 2012 Perşembe

bu kız, benim çocuğum arkadaş!

Her insanın eleştirilmekten hoşlanmadığı bir yönü, bir sınırı mutlaka vardır...
ben genel olarak eleştiri sevmem ama dinlerim elbette. savunma mekanizmam da yoktur.
dinlerim ve sinir olurum. bu kadar!
sorgulama, hak verme / vermeme kısmı ilerleyen döneme aittir. duyduğum an önce bi "hıh, halt etmişsin sen" moduna girerim, kendi içimde tabi...

amaaaa en dayanamadığım, çenemi hiç tutamadığım ve dahası tahammül edemediğim konu, kızım ile olan iletişimim...
kızımın yaşına bağlı olarak eleştiri konumuz değişiyor...
şimdi okul dönemindeki yaklaşımımın mesela, gözde konu....
kim tarafından eleştiriliyorum, genelde en acımasız olanlar ailemden gelir...

ben yaşadıklarımdan hareketle, kızıma karşı hem son derece anlayışlı, hem katıyım... ikisi nasıl oluyor dersen, yaşadıkça dengeliyorsun işte derim...

ajitasyona girip "ama biliyorsun hayat boyu zorluklar yakamı bırakmadı, "ıdı bıdı hödö" demiyicem ama şunu söyliyim, hayatta hiçbir şeyi kolay elde etmedim...
hayatın bana ne sunacağını bilemediğim gibi, kızım da bilemez... bu nedenle hep zor olana hazır etmeli kendini, hem fiziksel olarak, hem duygusal olarak...
ama anneme kalsa, henüz kasım ayında olmamıza rağmen çocuk okuldan gelirken üşümesin diye okul formasının altına çıkışta eşofman, tayt giydirmek gerek... kahvaltı yaparken ona yedirmesi gerekir ki, okula geç kalmasın, kıyafeti annem giydirmeli ki, çantasını annem taşımalı ki..... vs vs.
annem... başımın tacı o ayrı... ama yanlış tavrı... deli gibi kavga ediyoruz... hak vermiyorum benim koyduğum kuralları eleştirmesine... eee biz yürüyerek gittik okula, kahvaltımızı eşşek gibi kendimiz yedik, o kilolarca ağır çantayı kendimiz taşıdık, öldük mü? ayrıca ben evlat değil miydim de, şimdi kızıma bu özel ihtimam... sebep belli aslında, Derin, boşanmış bir anne-baba çocuğu... ve yapılacak en büyük yanlışı yapıyor... açığı kapatmak için, boşluğu doldurmak için fazlasını, çok çok fazlasını veriyor... sonra, Derin kreşe giderken bile yatağının örtüsünü kapatan çocuk, şimdi okul kıyafetini bile yerine asmayan bir tembel...

artık birde okuma-yazma krizlerimiz var... bu konuda sayfalarca yazabilirim... şikayetçiyim, çok ama! deli gibi  ödev veriyorlar, çocuk çok yıpranıyor ama yapacak bişi yok... bu dönem biraz hırpalanacak ama sonra geçecek... ölüp bitmeye gerek yok. birtek benim kızım yaşamıyor bunu...
akşamları ders yapmak zaman zaman krizler yaratıyor evde, bize kalsa bu, yönetilen bir durum.
ancak...
kızabilirim, sinirlenebilirim, saatlerce güle oynaya ders yapabilirim. tamamen bize kalmış bişi.
işin içine başkaları (!) girince iş değişiyor. bu durumda kusura bakma ama herkes "başkaları" statüsünde benim için. çünkü hayatında bir kırılma noktası niteliğindeki bu dönemde, ilk ve en önemli deneyimini yaşadığı, artık dünyaya okuyarak ve yazarak ve dolayısıyla anlayarak bakacağı bu dönemde benim işime kimse karışamaz arkadaş.
yaa çocuk acayip kelimeler kullanırken konuşurken "a a ne tatlı" ama iş ders çalışmaya gelince "çok katısın, böyle de olmazki, cık cık zalim.." falan...
noldu canım?
senin o alkışladığın çocuk da benim yetiştirmem... öyle kolay olmuyor işte çocuk büyütmek.
her yaptığım doğru demiyorum ama böylesine özensiz konuşulmasını hazmedemiyorum.

bu en zor ve en özel dönem... anne ve çocuğun birbirleri ile ilişkisi burada sorgulanmaz... kuralları olmaz bu dönemin, zordur, eğlencelidir, bezdirir, süründürür, güldürür, yıpratır.... vs.
anne ve çocuk bu süreci birlikte yürütürler ve kesinlikle de öyle olmalı. çocuk anane ile veya başkası ile değil sadece annesi / babası ile öğrenmeli, ders çalışmalı...
ben böyle olmasına imtina ediyorum ve kimsenin laf etmesine asla müsaade etmem.
kimse de giremez dünyamıza...
ben artık aldım boyumun ölçüsünü...
bir annem var bu dünyada birde kızım...
başka da kimsem yok,
burayı okur mu, o bana haber linki gönderen kişi bilmem, çok da önemsemiyorum açıkçası...
bu işi bir ben biliyorum diye asla iddiam yok ama bişi diyim mi, ben bilmiyorsam, "O" hiç bilmiyor...
ki bu zaten öğrenilen birşey...
ben kızımla bütün hayatı temize çekiyorum...
O de yerini bilsin ve sadece izlesin...
yorum yapmasın... artık O'nun öyle bir hakkı yok! ne bana, ne kızıma!


not: bu yazı Derin'in babasına yazılmamıştır. bahsi geçen "O" tamamen farklı biridir... maalesef!

6 Kasım 2012 Salı

şişşş panik yok!

merak etme yahu..
kara sevdaya tutulmadım, öyle terk edildiğim ve acıdan geberdiğim de yok, kimsenin ardından gözyaşı da dökmüyorum... kimseyi başkasının kollarında görüp kendimden de geçmedim.
zaten ben yaşadığımı yazamam... 
sevdiğim birini başkasıyla görünce hele, geçip bilgisayarın başına öyle sakin sakin anlatmak... o kadar güçlü değil benim kalbim...
üzüldüğüm oldu, "bitti" de dendi, "gidiyorum" da dendi yalan yok ama hepsi geçti gitti...
Allah açık etsin yollarını sonuna kadar...
hani ben böyle yazınca iki gündür, mesaj, mail çokça oldu ...
işte bu sebeple facebook hesabımı kapatmıştım ve yine aynı sebeple burda yayınlamıyordum yazdıklarımı...
haklıymışım...

hayatım kaldığım yerden devam...
sarı sonbahar yaşıyoruz yahu, en sevdiğim mevsim...

artık Beşiktaş'lıyım ikamet olarak... istanbul'un çok çok sevdiğim semtlerinden biri... 
yeni ev ve "kısmen" yeni eşyalar... 
geride bırakılanlar...

arınıyorum...
şükür..
daha ne olsun!

an...

Yürüyen merdivenin ağır aksak çıkışıyla önce gözlerim, burnum, sonra dudağım, boynum, omuzlarım, kollarım, kalbim, ellerim, belim, bacaklarım ve ayaklarım üst kata çıkmış oldu...

sonra...
yürüyen merdivenin ağır aksak çıkışıyla önce gözlerin (dünyanın geri kalanına kör olsam bile yeterdi o gözleri gördükten sonra. gözlerin onayımdı, ödülümdü, öfkendi, sevgindi, hüznündü, dalgınlığın, ellerine sağlık diyişindi, minnetti, bağıştı, iyiki varsın-dı, nerede kaldın-dı, gözlerin tüm kelimelerindi...) burnun (yüzümü öperken içine çekişin tenimi, sanki "öpmek dediğin hafızana kazımaktır kokusunu" der gibiydi), sonra dudağın (dünyanın en sihirli sözcüklerini fısıldayan, aşk-ın en çok yakıştığı 2 dünya arası), boynun (yüzümü gömdüğüm, "hoşgeldin" sarılmamı soluğumla akıttığımdı), omuzların (ki yastığımdır, yatağımdır, ağladığım,güvendiğimdir), kolların (hani kaybolurdum arasında, gelmen demek, nefessiz kalmam demekti belimden sarıp sıkıca, ayaklarımı yerden kestiğin vakit. kolların demek dolabın üstündeki reçel kavanozu mutluluğu, perdeleri asmanın sevinci, buz gibi denize girerken tek kolunun altına alıp beni fırlatman demekti, çocukluk, sevdalık, en ateşli anın başlangıcı demekti), kalbin (yuvam... ritminde bazen adımı duyardım, "ben" atardım can yerine, ben dolanırdım damarlarında. kıramadığım, kıyamadığım, pamuklara sardığım kalbin... bana dünyanın en mutlu aşkını, en doyumsuz sevdasını veren kalbin... sorarsa yaradan, kat kat helal ettiğim hakkımı, en çok hak edendir...) ellerin (beni saran, beni tutan, iten, çeken, seven ellerin... konuşurken sanki kelimeleri kendi söyleyen ellerin, aldığında parmaklarımı avucuna, merkezi sanmam kendimi dünyanın ve de hakimi, kraliçesi... ellerin diyorum elime yakıştırdığım en güzel takıydı), belin (yürürken gölgemizi şaşırtmak için arkana saklanırdım, kocaman bedeninde ben kaybolurdum ve başlardık tek bedende 4 kol, 4 bacak olmaya... nasıl da eğlenir ne de utanmazdık bundan...), bacakların (durup dinlenmeden yürüdüğümüz yollarda bıraktığımız anılarımız var, koşa koşa bana gelişlerin, kaçar gibi gidişlerin ...) ayakların ( seni bana getiren, seni benden götüren.. hangi yolun büyüsüne kapıldı kalbin, çeldi aklını bilemedim... tuz buz ettiğin hayallerimizin zekatını en çok arkanı dönüp giderken verecek ayakların)

o yürüyen merdivenin ağır aksak çıkışıyla önce tanıdım, sonra aşık oldum, çok sevdim, kavga ettim, nefret doldum, özledim, sövdüm, özür diledim, gittim-döndüm, kıskandım, umursamadım, vazgeçtim, dayanamadım.
seninle yakın ve de çok dolu geçmişimiz ile her bir duyguyu bin kez yaşadım...

görmedin beni...  iyiki görmedin...
bir anın, bir karenin, beni saniye saniye yok edişini, birini gülümserken öldürmenin acımasızlığını sana yaşatmak istemezdim...

arkanı dönüp; elinden tuttuğun, kollarını beline doladığın, kendine doğru çekip önce boynunu sonra saçını kokladığın gözlerini gözlerine kilitlediğin kadınla, yüreğime basa basa gittin...

adını duyunca değil, yanında başka birinin adını duyunca yanar aslında canın, derlerdi...
anladım ki; yanında başka birini görünce, cehenneme bir bilet kesmiş oluyorsun kendine...

4 Kasım 2012 Pazar

Tibet Diyarı...

bilinen bir gerçek var ki; mutlu anneler, mutlu çocuklar yetiştirir...
ve o anneler, çocuklarına ilk'leri ve de çoğu zaman en doğruları öğretenlerdir...

Derin bugün hayatının ilk çiçeğini aldı çok kibar bir çocuktan (kibarlık tanımı Derin'e ait)
Tibet...
adı gibi havalı bir çocuk... ve öyle güleryüzlü ki, yanaklarını sıkmamak için zor tutarsın kendini...
biz anneler, evvelden gelen tanışıklığımız ile rahat davranırken, çocuklar da ilk kez biraraya gelmelerine rağmen, bıdı bıdı sohbet ettiler...









Sibel... Blog arkadaşım benim.. bloğunu okuya okuya, Tibet neredeyse gözümün önünde büyüdü diyebilirim. yakın bir zamanda bir akşam kırdık şeytanın bacağını ve buluştuk...
ne güzel bir hediyesi evrenin...

bu sabah ise çok cazip bir teklifle açtık gözümüzü... Tibet, kibarlığını annesinden almış belli, taşınma telaşı içinde olduğumuzdan mütevellit İkea alışverişinde bize eşlik ettiler...
ve sonrasında çocukların onca kalabalığa rağmen bizi bunaltmamalarının ödülü olarak, tebdil-i mekan gerekli idi... eyy ulu park! bekle bizi :)

mini mini sohbetler, bak ben nasıl tırmanıyorum, aaa aferin Tibet'e, alkışlar Derin'e, anne bak, evet çocuğum, dur annecim, bakıyorum kızım, dinliyorum oğlum ile arada derede iki lafın da belini kırabildik şükür ki Sibel ile...

diyeceğim o ki, çantadan çıkan sürpriz gibi güzelleştirdi bu ikili günümüzü... ne iyi ettiler...

bir sonraki buluşmamız İstanbul Modern'de ve belki de önce maraton koşusunda yenildiğim dünyanın en hızlı koşan erkeği Tibet'i götüreceğim basket maçı olabilir... bilemiyoruz :)
tek bildiğim, biz bu çocuğun peşini bırakmayacağımız... :)
sevgiyle,
Duygu




aylardan kasım ve ben özlem doluyum...

akşam kızıllığı dolarken tüm odaya, heybeti ve yorgunluğuyla...
mutfakta akşam yemeği telaşına kapılmış bir halde çalacak olan telefonu gözlerken, aradığında O'na vereceğim cevabın kelimeleri bile zihnimde hazır olurdu çoğu zaman...
ses tonumu bile yüksek tutardım, ki buluşmanın heyecanını yaşadığımı O da hissetsin diye...
ellerimi boynumda asılı mutfak önlüğüne kurulayıp, sesime sakinmiş izlenimi verip aslında ayakkabımı bile yiyecek kadar heyecanlı olurdum, adına tanımladığım farklı telefon melodisini duyduğum vakit...
ve bilirdi, dakika dakika kafamda kurduğumu akşamımızı...
sıcak bir öpücük, bir karşılama faslı gibi dursa da, yaşadığımı bana hissettirecek kokunu içime çekmek demekti, bilirdi... ve arabasından inmeden sıkardı parfümünü, yüzümü gömdüğüm vakit boynuna, hücrelerime yaşamı zerk etmek için...
ben sadece bir an'ın peşindeydim...
gözü değdiğinde gözüme tüm gününü tahmin eder, duruma göre hazır eder sofrayı yada öncesinde karşılıklı oturur biraz sohbet ederdik...
ben yaptığım gıldır gıcık işleri öylesine anlatır, aslında lafı O'na bırakmak için sabırsızlanırdım...
sesi ne kadar büyüleyiciydi...
ya anlatırken ki yüzü...
"işte" derdim, O, yaptığı sıkıcı toplantıyı anlatırken, "ömrümün geri kalanı"...
karşımda... 
öyle kıyamaz bakardım ki O'na, yalvarırdım içimden yaradana, bitmesin...
geri kalan zamanımı sadece yüzüne bakarak, kokusunu duyarak geçirsem...
bilirdi güzel yemek yapamam, ama hiç kırmazdı beni...
bir kere yüzünü eğdiği olmamıştır, buluşmalarımızda yemek yapıcam teklifimi duyduğunda...
kibarlığı mıydı beni böylesine etkileyen?
bir erkeğin böyle zarif elleri olur mu hiç?
hiç mi sinirlenmez acaba?
kıskanırdım O'nu...
saçmasapan hemde...
yaptığı neşeli bir telefon konuşmasına tanık olduğumda, bir plan program yaptığında...
hep bir yer arardım kendime...
acaba sesinin cıvıltısı, yanımda olduğu için miydi? ben de davet edilir miydim? benden nasıl bahsediyor yada acaba bahsediyor mu?
öyle kıskanırdım ki, çok defa hayaller kurdum, bizi kimsenin tanımadığı, dilini, yolunu, izini bilmediğimiz başka ülkelere gidelim ve hiç dönmeyelim diye...
komik mi geldi sana?
hiç aşık ve çok kıskanç olmadın o zaman..
ben oldum...
ve yemin ettim...
bir daha olmam...



1 Kasım 2012 Perşembe

ev-lenmek...

hani derler ya, hayatına giren insanların, önüne çıkan engellerin bir sebebi mutlaka vardır diye. kimisi öğretir, kimisi öldürür, kimi yakar-geçer, kimi sever-gider... bir şekilde sana bir iz kalır, bir ders mutlaka...
gelene kollarımı açtığın gibi, gidene de el sallamak gerekir üzülsen de...
pek çok örneğini yaşamışsındır sende. 
durduk yere bir nefes, yoluna yoldaş olur ve anlamadığın bir zamanda çıkar gider hayatından...
çok arkadaşım olmuştur böyle...
şimdilerde her birini sevgiyle ansam da, yine de gitmelerine izin verdim...
dolaştırıyorum lafımı uzata uzata...
demem o ki, biz bir işe kalkıştık mercimek ile birlikte... 
hayatımı değiştirip doğup büyüdüğüm semte geri döndüm ya, elime kızımın elini tutuşturup... 
şimdilerde...
yeni bir yön çiziyoruz hayatımıza...
bizim mahalle (!) hayatımızdaki misyonunu tamamladı artık. yuvadan uçma vakti...
sığınır gibi geldim buraya 1,5 sene evvel...
annemin dizinin dibi idi aradığım güven...
aldım da ziyadesiyle (Allah başımdan eksik etmesin). ancak şimdi...
hem kızın okulunun bu semte uzak oluşu, hemde benim artık işe giderken çektiğim trafik çilesi, buradan taşınma kararı aldırdı bize...
güzel de bir ev bulduk, çok merkezi bir semtin sessiz sakin bir mahallesinde... okula - işe yürüme mesafesinde...
gidiyoruz...
birkaç gün taşınma telaşı saracak bizi...
ne heyecan!
o koliler gözümü korkutsa da, kıpır kıpırım...
Allah utandırmasın...