30 Mayıs 2010 Pazar

merak edenlere bin teşekkür... ama iyiyiz biz...

bir boğaz enfeksiyonunun daha sonuna gelmiş bulunmaktayız.
yokluğumu açıklamam için bu cümle yeterli sanıyorum.

benim mercimek, bu hafta okullu değildi. ben ise ne işe konsantre olabildim, ne kendime, ne evime... sadece bu mercimeği adam etmekle meşgul, bitap bir hafta geçirdim.



ama bitti çok şükür.


o öküsürürken benim ciğerlerim söküldü, onun ateşi benimde içimi yaktı kavurdu, o uyurken, ben hep tek gözü açıktım, o yemek yiyince benim karnım doydu, o zıplarken hastalık bittiğinde ben ondan daha şendim...



diyeceğim o ki blog, ben sorunlu bir hastalıkla, zorunlu bir mücadeleden galip çıktım...



ama bak büyümüş dimi bizim kız... hasta ola ola, düşe kalka büyüyor işte çocuk...
ispat edercesine bebeklik pusetine sokuşturmaya çalıştı bacaklarını... (ama ne yazık ki sığdı da)

oyuncak bebeğinin ellerini bebeğinin ağzına sokup,

-kız ona anne, hiç beni dinlemiyor, hep tırnaklarını koparıyor
derken ve ben o bebeğe uyduruktan kızarken nasılda mutluydu...

işte o gülücüğü özlemişim ben.

iyiyiz biz...

merak edip arayan, mesaj gönderen, yetmedi kalkıp gelen tüm dostlara bin teşekkür...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

o senin dünyan... en yaşanılası olan...

yaratıcılığının sınırlarını zorlarsan ihtiyacın kalmaz belki barbie bebeklere, ışıklı düdüklü oyuncaklara...
aslında ne yapacağını bildikten sonra, sana yetmeli bir kap, bir kaşık yada ne biliyim basit herhangi bir nesne...
hayat da öyle değil mi? nasıl görürsen onu yaşarsın...

sen sürahiden sadece su mu içiyorsun mesela?
biz onun ağzını açıp dişlerini kontrol ediyoruz mütemadiyen... birde acıktım diye bağırıyor arsız arsız yemek saatinde... doymak da bilmez... (diş sayısı six- artık ingilizce sayıyoruz)
boynuna taktığın kolyenin elele tutuşan bir çift olduğunu düşünüyorsan yanılıyor olabilirsin, dikkatli bak. onlar birbirlerini kendilerine doğru çeken çocuklar...

-neden çekişiyorlar anne, ip mi tutuyorlar orda, kısa hani böyle bizim görmediğimiz...
sanırım biraz romantizm yoksunu olacak benim cüce...
aklında bulunsun, dışarda hava rüzgarlıysa, seksek pekala evde de oynanabilir.... önce hayali rakamları yazarsın, hayali kalemle, gerçek halıya... sonra gayet gerçek bir şekilde zıplarsın kan ter içinde kala kala...
takı toka merakın da bitmez ya hani dişi bir varlıksan... anne de her zaman izin vermezse inci boncuğu ortalığa dökmene... boş boş durmıycaksın elbette... tokaların ne güne duruyor...
belki de eline en çok yakışan takı rengarenk tokalardır...
yada o tokalar belki tavukların yemesi için evin içine serpilmiş minik şekerlerde olabilir... tavuk şeker yer mi hiç deme? yumurta neden lezzetli sanıyorsun akıllım :) ahhh uyduran aklımı seviyim :)
ve sana bir sır veriyim mi çocuk? çözdün sen kadın-erkek ilişkisinin temelini... nutella kavanozunu kaşıklarken, ağzından çıkanlar daha tatlıydı biliyormusun...

-anne, ben Can'la hiç ilgilenmiyorum ama o beni hep itiyor. ben Ege'yle oynarken gelip hep benimle ilgileniyor (ilgilenmek=cümle içinde sık sık kullanıyoruz) ama ben hep Ege'yle ilgileniyorum. istemiyorum Can'ı. o hiç beni rahat bırakmıyor. ben gittikçe yanıma geliyor.
işte bu...
biz buna kaçan kovalanır diyoruz çocuk...
öğreneceksin...
sen bunu öğrenirken de, acaba ben sana yine bu ağzı nutella bulaşığı kızıma baktığım gibi kıskanmadan, sevgi dolu bakabilecekmiyim... gözümün kenarından akacak bir damla yaşın garantisi var evet ama gidip o Can'a (yada adı her ne ise) "heyyy kızımı rahat bırak, görmüyormusun işte, seninle ilgilenmiyor" dememek için kendimi tutabilecek miyim?

peki sen şimdi olduğun gibi yalansız, masum anlatacakmısın bana herşeyini?
ben dinlerken -sadece- senin büyüdüğünü yine ve yeniden anlayıp, yaşlandığımı gözardı edebilecekmiyim?

hani diyorum çocuk, hiç büyümesen...

16 Mayıs 2010 Pazar

yeni bir kalem herzaman bulursun...

bitmeye yüz tutmuş kalemini yenisiyle değiştirmek yerine, ucunu açmayı denedin mi hiç?

tükendiğini sandığın an aslında, altından daha renkli ve tertemiz bir ucun çıkacağını düşündün mü?
sana diyorum...
heryer kalem dolu, yazar, çizer, boyar, karalar... sana satırlarca aşk şarkılarıda yazdırır, ağız dolusu küfürler de...
sen ne istersen onu döker sana kalemin...
senin elinde şekillenir...
diyorum ki...
yeni bir kalem bulmak kolay...
ama asıl değer olan,
şöyle bir durup baktığında, görebiliyorsan ucunu açmanın, biraz yenileme, tazeleme zamanının geldiğini, eline bir kalemtraş alabilmendir.
tüketmek yerine, başkalaştırmayı denedin mi hiç?
yenisini almak yerine, modifiye etmek gibi mesela...
bir dur...
bir bak...
çizgin eğri mi oldu, yazının renk tonu fazla mı geldi, dene yine... tekrar yazmayı, çizmeyi...
eline silgi alıp hepsini silmen de olası tabi...
ama ben sana yine diyorum ki, sen al eline bir kalemtraş, biraz sivrilt ucunu, o beğenmediğin kaleminle tekrar dene hayatına dair bişiler yazabilmeyi...
silgi de dursun başköşende, heran arkanı dönmeye müsait olman gibi...
çünkü, yeni bir kalem bulmak en kolayı... sen hangi kalemle , ne yazmak istediğine karar ver önce... çünkü her kalemle herşeyi yapamazsın... bulduğun zamanda, ucunu açıp ömrünü uzatmayı dene...
harcama kolayca...

kalemden bahsediyorum dimi... yazmayı seviyorsan eğer onunla, tüketme, bitirme, harcama, vazgeçme, yaz, yaz, yaz... aşkını yaz, sevdanı, öfkeni, kır(z)gınlığını, mutsuzluğunu... ama başkasıyla değil, o sevdiğin kalemle yaz...

tüketme... yitirme... vazgeçme...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

bi düşünsene...

elin kolun çanta dolu, kısa mesafe nasılsa diye taksiye binmemiş havanın güzel oluşunu da fırsat bilip elini elime tutuşturmuş yürüyoruz. hesapta olmayan birkaç küçük alışveriş daha yapıp kollarını iyice doldurduktan sonra tekrar yola koyuluyoruz. ikimizde yorulmuşuz...
ve ben birden önüne geçip bacaklarına sarılıyorum, koala gibi yapışıp "beni kucaaaaana aaaaalll" diye bağırıyorum. sen bunu yapamayacağını söylüyorsun çünkü elinde zıkkımın kökü kadar çanta var. üstelik benim için yaptığın alışverişe ait.
ben dinlemiyorum seni, tepiniyorum delice. sen nasıl oluyorsa müthiş bir sükunet içindesin ama ben arsızın tekiyim ve kırmaya çalışıyorum inadını. tepinmeye ve avazım çıktığı kadar bağırmaya devam ederek.
sen kaldırıma oturuyorsun, bende yanına. ama girdim ya bir kez krize, yinede ağlamaya devam ediyorum...
yanımızdan geçenler senin bir deli olduğunu düşünüyor, benimde çatlamak üzere olan bir çocuk.
hatta seni kınayanlar oluyor, beni böylesine ağlattığın için. kimse anlamıyor, senin aslında çoook yorgun olduğunu ve benim tamamen şımarıklığımdan böylesine yoktan yere bağırdığımı, suratımıza bakıyorlar tuhaf tuhaf, hayır ben utanmıyorum ama sen çok üzgünsün.
10 dakika geçiyor aradan. hala oturuyoruz, benim gözümde yaş yok ama artık o kadar yüksek seslede bağırmıyorum. yoruldum sanırım biraz. sen hala üzgünsün...
bana çevirip yüzünü, bitti mi diyorsun...
bende hıhıııı diyorum. sarılıyoruz.
sonra hiçbişi olmamış gibi yolumuza devam ediyoruz.
sen, işten geldikten sonraki kalan enerjini de benim yolda tüketmem neticesinde, gittiğimiz yerde zerre kadar mutlu olamadan akşamını bitiriyorsun.
evet unutuyoruz olanları, yine o gittiğimiz yerde şakalaşıyoruz usulden, yemeğimizide yiyiyoruz ama yinede "daha mutlu olabilirdik, bütün gün ayrıyız birbirimizden ne vardı bu kadar ortalığı kaldıracak sanki" diye içinden geçirmiyor değilsin hani...

birgün bitiyor böyle sudan sebeple... sarılıp birbirimize, masal okuyarak yine uyuyoruz. sen bana bakıyorsun uyuduktan sonra, şükrediyorsun ve sonra saçlarımı koklayıp kalkıyorsun yanımdan. haa eşşek kızım benim demeyi unutmayarak.

sonra geçip bilgisayarın karşısına bugüne dair bu gereksiz olayı yazıyorsun, ilerde okuyup neler etmişim sana diye öğrenmem için...

nasıl? süperiz dimi...

bi düşünsene dedim başlık olarak... misal hani gibi olsun diye...

ne düşünmesi çocuk... bizzat yaşattın bana bunu... bugün sana kızdım...
kara liste!!!

11 Mayıs 2010 Salı

kim, kime, ne öğretiyor çocuk???

bazen...
hayatındaki her bir parça / kişi / olgu gözüne eşsiz görünse de, birarada istersen hepsini, aynı ahengi tutturamayabilirsin.
o zaman ne yap biliyormusun çocuk?
önce seç içlerinden gerçekten hayatında istediklerini,
sonra kimi, nereye, ne amaçla koyacağını öğren...
nasıl mı?
cevap basit... ama bunu anlaman o kadar kolay olmayacak. çünkü benim yazdığım ve senin okuduğun kadar kolay değil hayat... uzun sürecek ve maalesef önce kanayacak, sonra, kanayan yerlerine sararken bandajını oturacak zihnine tüm bu sözlerim... ve evet çocuk, yaşamadan sende anlamayacaksın.
banada anlatmıştı annem, o sümüklü çocuğun benimle dalga geçtiğini, o zaman dökülen gözyaşlarım için, "kalbim acıyor bak tam şurası işte" diye gösterdiğim yerin sonradan başkaları için hemde daha hızlı atacağını... o toz kondurmadığım kızın, arkamdan iş çevireceğini, çalışma arkadaşımın kuyumu kazdığını... ama ben önce terkedildim, sonra terk ettim belki, o kızdan harbi bi kazık yedim, arkadaşımı tarihe gömdüm. kanadım için için... oturdum yaralarımı kendim sardım.
ama anladım... hemde öyle bir anladım ki, içime bata bata, kafama vura vura öğretti hayat, o toz pembe gözlüklerin, harbi bir tozdan ibaret olduğunu... bazen bir kaldırımın üzerinde mal gibi kalabileceğini...
seninde yanarsa canın, içim acır evet ama engel olmam... çünkü bir musibet, bin nasihatten iyidir. öğreneceksin. o parkta düşe düşe, dizlerin kanarken, artık yanıma koşup da "anneeee mendil ver mendil dizim kanıyo" diyip, kanını temizledikten sonra gidiyorsun ya oynamaya. onun gibi bişi bu işte. korkma bebeğim, geçiyor... geçiyor...

bazen...
yolun çakıllı çukurlu olacak... sapacaksın... herzaman düz gitmeni beklemiyorum. peki hangi yolu seçeceğini nasıl bileceksin... hayatın hangi tarafından bakacaksın? gördüğün karşı taraf, düşüncende mi olacak, yaşayışında mı? dayatmalar mı olacak hayatında, baş kaldırışlar mı?
of çocuk! sen doğruyu nasıl bileceksin?
ama üzülme...
hep böyle zor ve yorucu değil ki hayat... hem öyle olsa, o şarkılar nasıl yazılır, şiirler, filmler... sen bile bu yaşında nasılda biliyorsun eğlenmeyi. bakış açını geniş tut diyorum ya hep sana. bak nasılda bir gözlük yaptın aslında sıfır (0) olan o kağıt parçasından.
ve lütfen çocuk, artık saklambaç oynamayı öğren. inan çok eğlenceli bir oyun. o saklandığın yerden, ben sana seslenince kabak gibi kafanı çıkarıp "efendim anneeee burdayım" diyip bütün oyunu bozma. daha kaç kez anlatmalıyım. her soruma cevap vermek zorunda değilsin. haa birde lütfen artık ingilizce şarkı söylerken aralara popo, kaka gibi kelimeleri katma. anlamadığımı sanıyorsun gözlerimden ateş çıkıyor o kelimeleri duyduğumda. tamam eğleniyoruz ama mokunu çıkarmadan lütfen...

ve bunları okuduğun zaman sallandırma suratını... of anneeee dediğini de duymak istemiyorum... ben yaptım sen yapma :)

10 Mayıs 2010 Pazartesi

hatırla...

ben seni nerde bıraktım biliyormusun sevgili?
o başımı döndürdüğün gece, elimi tuttuğunda konuşurken, gözümün içine bakarken anlatırken, ben kelimeleri özenle seçip sana kendimi anlatma telaşındayken ve sen aslında beni kitap gibi okurken... o lacivert gecede bıraktım seni... orda sevdim ve öylece bıraktım. üstünden geçsede nice tartışmalar, ayrılıklar belki, doludizgin sevişmeler, sohbetler, ben seni hep o gece gibi sevdim. daha mutlu ettiğin de oldu beni, yerin dibine soktuğun da...
ama ben seni neden sevdiğimi hiç unutmadım... efsununda kayboluşumu, sen öyle içime içime bakarken, aslında söylemediklerimi de duyduğunu biliyordum ya, işte ben hep kendime bunu hatırlatıyorum...

çünkü eğer birini yargılamaya başlarsan, onu neden sevdiğini unutursun... ben seni böyle tanıdım, umarsız, vurdumduymaz, özgür... belki sende beni çeken buydu, belki ben seni böyle görmek istediğim için. kimin umurunda bunun cevabı...

sana yüklediğim anlamları, senmişsin gibi düşünmüyorum...
sonu varmış gibi düşünüp, hiç bitmeyecekmiş gibi seviyorum...

takıntılıyım evet, ama takılıp kalmıyorum yaşadıklarıma, söylediklerine... geçiyor kızgınlık, sinir bir senden geçmiyorum...

seni neden sevdiğimi hiç unutmuyorum..

çünkü sen eğer mesela seviyorsan küfür etmeyi, hızlı araba kullanmayı, yada ne bilim yüzünün mıncıklanmasından hoşlanmıyorsan, dır dır edilmesinden nefret ediyorsan ve ben bunları bilip de gelmişsem yanına, seni eleştirmek, beyaza kara çalmak gibi geliyor bana...

seni böyle kabul etmenin, dayanılmaz hafifliği bu içime dolan... çünkü eğer oklarımı saklarsam çantama, tırnaklarımı kesersem zamanında, senin vereceğin çiçekleri tutabilirim tüm yüreğimle...

bunu bil istedim sevgili...
beni neden sevdiğini unutma...
ve kollarını kavuştur ensenin altında, tadını çıkar yaşadığının...

bırak beni bir kenara... o son lafı sen söylesen de olur, telefonu da sen kapat, ne değişir. sadece uzatırsın birbirimize kavuşacağımız anın ahenginde kaybolacağımız vakti...
kimin üstte olduğunun önemi yok, ben seni seviyorsam, senin kolunun da altına girerim, lafının da...

çünkü...
ben seni neden sevdiğimi biliyorum.
vakit geçiyor, daha ne kadar coşkulu atacak bu yürek, kaç nefesim kaldı alacak bilmiyorum...
vakit yine geçiyor...
tek bir şey istiyorum,
beni neden sevdiğini hatırla...
ve
kollarını kavuştur ensenin altında, hatırladığının tadını çıkar...
not: tabiki deneme yazısı :)

9 Mayıs 2010 Pazar

mutlu günler biriktiriyorum kumbaramda, neyseki hala dolmadı...

demiştik ya, bisiklet alıcaz diye...
ı-ıhhh dolmamış hala.
o para biriktirdiğimizi düşünedursun, aslında sabır en çok biriken. birde merak...
her akşam ritüellerimize birde bunu ekledik ya... artık daha bereketlidir belki günlerimiz.
Derin'in bir korkusu vardı kısmen bahsettiğim... çiçek sevmezdi benim kızım. bahçede falan olur belki ama evdeki çiçekler hep balkonda dururdu. korkuyormuş, o çiçekler kolundan tutup onu çekerlerse diye. garip!

eşşek saatime mi geldi, yoksa evrene güçlü sinyaller mi gönderdim demeliyim bilmiyorum ama o sırf bana hediye etmek için bir çiçeği, yendi korkusunu...

daha dün yazmıştım, Derin sevsin börtüyü böceği diye, tüm korkuma rağmen, elime bir örümcek alıp bacaklarını birlikte sayışımızı...
peki Derin bugün ne yaptı?
yaaa... çok mu içten yazmıştım, yoksa yapası mı vardı romantik kelebeğimin bilmiyorum...
sadece... kalbim port diye patlayacaktı, onu izlerken...
can suyu verdi çiçeğine, aslında o suyu içime akıttığını bilmeden...

bana bişi olmaz, dediğim yerden bildiriyorum...

sen hiç karanlık kırmızı öje sürdün mü tırnağına? dikkatini çekerim o bordo renk değil, yada koyu kırmızı... karanlık bir kırmızı o... eminim çok yakışacaktır tırnağına... biz deniycez tırnaklarımızı koparmaktan vazgeçip, tırnak makasıyla kesmeye başladığımız vakit...
önyargı denen bir olayı yıkmaya çalışıyorum annemin gölgesinde geçirdiğim son birkaç günde...
keman derslerime yeniden başladım ya, Derin -nasıl yerleştiyse zihnine- kemancılardan (!) utanmıycakmıymışım diye soruyor bana... ben anneyim ya, çalamazmışım keman... çünkü anneler zaten herşeyi bilirmiş, öğretmenler sadece çocuklara ders verirmiş... nasıl bir ironiyse bu, herşeyi bildiğimi düşünmesine sevinirken, yanıtsız bırakacağım sorular düşüncesi daraltıyor beni... ve birde öğretmenlik mesleğini çok dar bir çerçeveye alması...

sinemaya gittiler geçen gün okuluyla birlikte... sanırım filmden önce izledikleri fragmandı Derin'in sinemadan -önce- korkmasına, sonra -ege'nin elini tutmasıyla- korkmaktan vazgeçip çok eğlenmesine sebep...

dinliyorum, anlatıyor, paylaşıyor, hiç susmuyor, şımarıyor yorarcasına...
o an birkez daha anlıyorum ki, ben onun hayatında en önemli yapıtaşıyım... tıpkı benim içinde annemin öyle olması gibi...

cuma günü Derin'in okulunda anneler günü kutlaması vardı... inci gibi dizildik bahçeye anneler olarak... ama hepimizde bir heyecan, gözümüzün kenarında akmaya müsait bir tomar gözyaşıyla, tanışıyoruz. ben annemi dürtüyorum bak bak bu Havin'in annesiymiş, hani varya Derin'e sürekli ben büyüğüm sen küçüksün diyen o sevimsiz kız... dönüyorum arkamı, Diyar'ın annesiyle tanışıyoruz. içime sokasım geliyor kadını, çünkü o Derin'in en sevdiği arkadaşının annesi... bu noktada sınıfta kalıyorum biliyorum. onun ağzından çıkan cümleler belirliyor insanlara bakışımı... oysa kimbilir Derin ve arkadaşları arasında nasıl diyaloglar geçiyor ki çocuklar birbirlerine bazen kırıcı bazen övücü cümleler kuruyorlar. ama bu cüceler öyle akıllı ki sadece sinir oldukları durumları anlatıp bizide bir önyargıya itiyorlar... ama mesela biri bana dese ki Derin bugün okulda kızımın saçını çekmiş, ben o zaman çirkef bir kadın mı olucam... işte bu çelişkiyi açıklayamıyorum kendime...
örümcek fobim olduğu ve bu korkuyu bir türlü yenemediğim için yazlık mekanlarda bahçede piknikte hiç rahat edemediğimden, Derin'e elime bir örümcek alıp bak ne kadar çok bacağı var dimi hızlı hızlı yürüyor dediğimi anımsıyorum birden... vücudumdaki bütün tüyler dimdik ve betim benzim atmıştı o an hatırlıyorum ama Derin korku bilmiyor şimdi... hatta rahatsız edici derecede böcekleri tutup bacaklarına koyuyor yürütmek için... o da yapsa ya bana, kimseye karşı önyargım olmasın diye arkadaşlarına ait kötü anıları mesela her zaman anlatmasa bana... yada ben daha bilinçli bir anne olsam ya o anda, kızımın anlattıklarının etkisi altında kalmadan, sevgi dolu baksam tüm çocuklara...

tam bir iç döküş yaşıyorum şuan... ne demiştim... ben hayatında yapıtaşıyım... biliyorum...

bir elinde hazırladığı hediye paketi, içinde dünyanın en lezzetli kurabiyesi ve diğer elinde gördüğüm en saçma ama en güzel çiçek varken, "benim annem güzel annem" şarkısını söylerken yerinde duramıyordu ya, ben o anı, hönk hönk ağlayarak geçirdim ya, üstelik doğurduğumu izlerken, beni doğuranın da elini tutuyordum ya, işte o an bana hiçbişeyin olmayacağı yerdeydim...
birtek annem vardı, birtek ben vardım kızımın yanında... bize bişi olmazdı...

uzun ve karışık bir yazı oldu biliyorum. nicedir yazmamamın etkisi olsa gerek, toparlıyamıyorum cümlelerimi...

asıl çıkış noktam boya yaptığımız vakit, kurduğu bir cümleydi. ama sadece cümlenin etrafında takılı kalıp yazsam, eminim içim daralırdı... çünkü söylediği aklımın köşesine bir çivi gibi çakıldı...
-anneeee bak sen yanımda olmazsan ben güzel resim çizemem... bak karalı karalı oldu. gel düzeltelim...
bu özel gün, asıl, bu cümleyle anlam kazandı benim için...

anneler günümüz kutlu olsun...
ve teşekkür ederim sana bebeğim, anne olmama sebep olduğun için...