27 Şubat 2010 Cumartesi

ruhumu esir alamazsın döpiyes...

küfür etmek kurumsal kimliğe zarar verir mi? peki mini eteğin altına giyilen ten rengi çorap, platin saç rengi, hafif bir degaje, vazgeçilmez sandığım converse'ler, sandalet tipi stilettolar??? kurumsal olmanın ilk şartı dış görünüşmüdür ki, yeni işimde bütün gardrobumu yenilemek zorunda kalıcam... yoo İhlas grubu değil orası, banka çalışanı da değilim... biz Alamancıları geniş insanlar bilirdik... duvar gibi çarptı yüzüme bu yanılgı...

amaaaa üzerimde ağır abla kimliğim olsada, kim engel olabilir aklımdan geçenlere?... ben kafamı masama gömüp çalışırken, incelediğim evrağın aslında bu kitap olduğunu hayal ediyorum...
bir sonraki projenin detaylarını belirlerken, aslında hangi renk boyayla hani canavarı resmederimin eskizlerini çiziyorum çaktırmadan...
herzaman hoşuma gitmez, eksiklerimin tamamlanması... ama benim mercimek dokunmadığında bir işe, tuzu eksik olmuş bir çorba gibi yavan geliyor herşey gözüme... elinin değdiği herşeyi güzelleştirmesi, onu melek olarak görmem için yeterli bir sebep değil mi?
önemli detayların altını çizdiğim fosforlu kalemlerimin lekesinin, elime bu boyalar kadar yakışmaması, üzgünüm ama benim suçum değil...bazen yapılan işin amacı tamamen değişmesede, yön değiştirebilir... ben Derin'i mutlu etmeye çalışırken, aslında alışmaya çalıştığım çalışma arkadaşlarımı daha sevimli hale getiriyorum gözümde... eee iyide gidiyorum yaa böyle bakınca çok sevimli oldular...
basit bir dokunuşla kimi dans etti, kimi üzüldü... ama Almanca :)

kimin umurunda ihale şartları, ben çizdiğim penguenin gagasını kırmızı yapmadığıma içerliyorum...

bukalemun olduğuma inanmam an meselesi bu aralar... biyolojik yaşımla, hissettiğim arasındaki uçurum, döpiyes ile uyku tulumu arasındaki konfor farkı örseliyor ruhumu... nerde isem oraya ait izlenimi veriyorum ya, işte burda kendimi alkışlayasım var...

haftaiçi hanım, haftasonu kankayım, parmağını boyadan da, kartuştanda esirgemeyenim işte...
mutlu pazarlar efendim...
saygılarımla...

okulu asmanın kaç çeşidi vardır?

amacım herşeyin yolunda olup olmadığını öğrenmekti, telefonun tuşlarını çevirirken... kapattığımda yüzümde beliren salak ifadeyi önceden tahmin edecek olsam, çok daha önce arardım biliyorum. çünkü duyduğum karşısında hem şaşırdım hemde ne yalan söyliyim içten içe sevindim... yahu insan evladının kaçamağına böylesine sevinir mi?

kreşi aradım rutin görüşme için, telefonu ingilizce öğretmeni açtı... kısa bir hoş-beş... sonrasında hafiften şikayet...
-derin ingilizce derslerine katılmak istemiyor. sınıf öğretmeniyle kalmak istiyor. şimdilik ısrarcı değilim... zamanla alışacak nasılsa...
dedi...

oysa ben geçen gün daha sormadım mı kızıma, "okulda ne öğrendiniz ingilizce bakalım? merhaba diyormusunuz birbirinize, nasılsın diye soruyormusunuz? " diye sormadım mı?
o da bana;
-bizim ingilizce dersimiz yok, öğretmenimiz gelmiyor demedi mi?

yalanmıydı? yoksa basit bir bahane mi?

çaktırmadan sıkıştırınca anlıyorum ki, bizim cüce ingilizce öğretmenini sevmiyormuş?
ders saatinde sınıf öğretmeniyle sohbet etmeyi tercih ediyormuşşşş....

hiç şaşırmadım... okul için vesikalık fotoğraf çektirmeye gittiğimizde, fotoğrafçı gencin sakallarına uyuz olmuş ve inadından ufacık bir tebessüm bile etmemek bir yana, dudaklarını sıka sıka kızarmıştı...

meraktayım yinede...
şimdilik öğretmeniyle yaptığı bu kaçamak, okul hayatının ilerleyen dönemlerinde dersten kaçma, okulu kırma olarak mı çıkacak karşıma?
bir öğretmen yüzünden koca bir millete cephe alır mı?
ingilizce'yi şimdilik öğrenemese de olur ama ilerde mesela fen bilgisi öğretmenini de sevmezse karnesinde o ders için kırık not mu olacak?
bir dersi sevdirmenin yolu öğretmenin hangi özelliğinden geçer?

bu kadar soru işareti içinde, beni kıs kıs güldüren bu duygunun açılımı ne peki?
onun istemediği bir şeyi yapmama bahanesi olarak uydurduğu bu masum yalanı mı?
yalanın nesine seviniyim yahu?
bayaaa bayaaa kızım dersi kırıyor...
buyur burdan yak...

25 Şubat 2010 Perşembe

araya koyduğum virgülü kaldırdım artık...

ayakkabımı yiyecek kadar heyecanlıydım başlangıçta...
elimi ayağımı koyacak yer bulamıyıp ağzıma sokarsam, şoorrrr diye masanın üstüne kusarmıyım diye düşünüp, zaten tavan yapmış olan heyecanımı iyice arttırıyordum...
"adımı sorarlarsa ne derim?" gibi dünyanın en gerzek çelişkisi bile, gelip beni aklımı buldu yerleşecek...


itiraf etmeliyim, uzun bir aradan sonra çok korkuyordum, kendimi ifade edememekten...
başlangıçta biraz kekeledim konuşurken, biraz kızardım, hafif bir boğaz kuruluğumda olmadı değil...

amaaa...

SONUNDA KAPTIM İŞİ...

ben artık çalışan bir anne olarak hayatımda yepyeni bir sayfa açıyorum...
hemde hiç vakit kaybetmeden... yarın...
iş hayatıma koyduğum virgül, yerini, upuzun cümlelere bırakmalı...
Derin'in kreş maceralarından sonra, benimde söyleyecek bişilerim olacak artık...
bakalım neler fısıldıycam sana?
bugün güzel bir geleceğe gebe, sancılar içindeyim...

23 Şubat 2010 Salı

dondurmalı pasta ye, lezzetbol'a tıkla, yada pasaj cmbural'a uğra... boş durma...

biraz geçmişten, biraz tüm zamanlarda, birazda hobiden bahsedesim var bugün...

sevdadandır diyor annem, aldırma sen :)



sende birçok kadın gibi tatlıya düşkünsün değil mi? peki dondurmaya? ama bak dondurmanın sadece yaz mevsimine ait olduğunu düşünüyorsan, feci yanılıyorsun... gittim, gördüm, denedim, bayıldım, bir daha yedim, doyamadım. şimdi de sana öneriyorum... feci paylaşımcıyımdır... eee mutluluk paylaşılınca artarmış, biz öyle öğrendik...
Carte D'or'un yeni ürünü çıktı duydun mu? dondurmalı pasta... 2 çeşidi var. karamelli-kaymaklı ve antep fıstıklı-çikolatalı...
evlat seçimi yapamayan anneler gibiyim, tercihimi söyleme konusunda :) o derece leziz her ikiside...


bak burda detaylı anlatımı var... ben genel bir yiyici olduğum için, lezzet tanımı yapmada, çok tökezlerim.
buda o güne ait bir fotoğraf...

harika bir ev sahibiydi Aylin... bir bloğu var, Kuzinede Kızaran Ekmek, yazdığı hikayelere gülümserken, birden kendini 3 su bardağı un, 2 yumurta ölçülerini okurken buluyorsun... öyle bir konsept var ki bloğunda, yemeklerini hikayelerle birleştiriyor. her tarifin kendine özgü bir anlatımı var... denemelisin...


yemek zevki sadece tatlıyla sınırlı değildir dimi? o zaman sana başka bir site öneriyorum... buda tecrübeyle sabittir ki, harika tarifler yayınlıyor Tijen... daha önce yılbaşı pastamı yayınlamıştım.
verdiği ölçüler öyle kararında ki, ne eksik, ne fazla kalıyor tadı. gerekli olduğu durumlarda da, mutlaka püf noktalarını belirtiyor. öyle "en ezzetli ben yaparım, aman şunu da yazmıyım", diye bir derdi yok Tijen'in... ve her görüşmemizde yaydığı o pozitif enerji ve ışıl ışıl bakan gözleriyle kendisine hayran olmuşumdur. başarılarının ve leziz yemek tariflerinin devamını diliyorum...



eeeee yedik içtik şimdi alışveriş zamanı... hiç gördün mü bu hatunun yaptığı taçları, bileklik ve yaka iğnelerini... hepsi binbir el emeği, göz nuru... bakımlık, bayımlık, takımlık, hayran kalımlık :)
çektiği fotoğraflarıyla da dünyana bakışını değiştiren bir objektifi var... uğrayanzi :)



ya blog işte böyle... gezer, okur, yazmaya çalışır, sevdiğim beğendiğimi takdir eder ve mutlaka paylaşırım... çoğalsın diye mutluluğum...

tabi hepsi sevdadanmış... annnem hala öyle diyor :):)

kaçanzi... !

22 Şubat 2010 Pazartesi

olmayana dair hayallenmeler... bölüm 2

Bölüm 1 için tık tık...

hani…
çok susayıpta bir bardak suya muhtaç olduğun zaman,
buz gibi suyun hayalini kurarsın ya,
ve bulduğun zaman,
işte o an…
artık ona sahip olduğun halde,
onu kana kana içmek varken,
hiç dokunmazsın ya bir kenarına bile,
üstelik tek bir yudum bile almadan,
dolar içine serinliği,
ve içmiş gibi rahatlarsın ya,
işte sen böylesin…
sahip olacağını bildiğin halde,
bunu yapmayan…
korkak belki…
yada en güçlü…
çırpınır çırpınır,
o son anda, çekersin elini eteğini…
sanki onu hiç arzulamamış gibi…
sanki aklından binlerce kez o kapının açıldığını
ve içeri adım adım dolduğunu hayal etmemiş gibi…
sen sonu değil, sona dair hayal kurmayı seviyorsun…
seviyorsun sonunu senin belirlediğin masallarda yaşamayı…
çünkü sen Alice’ı kıskanmayı çoktan bıraktın…
beyin kıvrımlarından başka,
bir harikalar diyarı yok senin için…
sen istiyorsun ki,
pamuk prenses, mesela sıfır beden kalmak için
o kraliçenin elmasını dahi yemesin…
ve sonsuza kadar mutlu yaşasınlar…
yara bandı hiç icat edilmemiş,
ülkelerin sınırları hiç olmasın istiyorsun…
olmaz sevgili Pollyanna olmaz…
adın bu değil biliyorum…
ne olduğunun da önemi yok…
sen olmayanı istiyorsun…
bu dünyada sana da, olmayana da yer yok…

Hikaye: Duygu ÇAKIR
Fotoğraf : Ceyda BURAL

21 Şubat 2010 Pazar

sırada ne var, çocuk nasıl yapılır mı?

-anneeee aşık olmak ne demek?
-?!?!?!?!?!?
-birlikte yumurta yemek mi?
-höööö... birisini çok ama çok sevmek demek sanırım tatlım... ama aşık olan insanlar birlikte yumurta da yerler...
-benim gibi miiiiii?
-sen birini çooook mu seviyorsun?
-seni seviyorum yaaa...
-:):):):):):):):) (ve pembe kalpler)


herşeyi sorarak öğrendiği gibi, ara ara deneme yoluna da gidiyoruz.
ama bazı anlar, işin kolayına kaçmasını pratik zekasından mı, beceremediğinden mi yaptığını anlamıyorum...
biri ona basketbolun böyle oynanmayacağını öğretsin... ben yapamıycam, zira derin bir aşk yaşıyorum... halim yok :)

19 Şubat 2010 Cuma

O'nun bir tarzı var, bana bazen kafayı yedirten...

şapkasız durmaz, su içmeden asla uyumaz, ruj sürdüğünde geberse açlıktan yemek yemez, öpüşmez, oje sürse ağzını bırakır elleriyle konuşur italyanlar gibi...
böyle birkaç madde yazınca kulağa hoş geliyor dimi... klasik kız çocuğu diyorsun...
devam et bakalım... et ki, peşin konuşan annenin ızdırabını anla...
çabuk adapte olur, kolay sıkılır, kaçış için en şeker bahaneleri kullanır, sevimli bir ifade takınır ki karşı koyama...
ama yemezler, yemedim canım...
salı ve çarşamba günlerini "kızımı özledim" nidalarıyla geçiren kendimi, kanata kanata çimdiriyorum şimdi...
dereyi görmeden sıvadığım paçalarımı indiriyim de, ayaklarım üşümesin bari...
karışık gittim ama anladın dimi...
bizim cüce patlattı bombayı dün...
-okula gitmiyceeeeemmmm, baksana burnum tıkanmış sümük dolu...
-hayır annecim, okula gitmiycek kadar hasta değilsin bence...

tıpış tıpış adımlar eşliğinde yollandı okula...
nefret ediyorum bu cümleyi kurmaktan ama biliyordum böyle olacağını... işte vicdan azabına bir maç daha kazandırdım...

saat 10'da kreşten gelen telefon, kızınızın ateşi yükseliyor...
uçmalar, konmalar, kızı almalar, yoğun sevgi terapisi... ve 2 saat sonra koltukların tepesinde zıplayan bir adet cüce... elime terliği alıp fırlatasım geldi...

akşam ananede kalmak için zırlamalar, kendini sıka sıka ter boşaltma, annenin çocuğunu üzmemek için razı olması, kendi bile inanmadığı "ama bak bu son" sözleri...
bugün kreşe öğlende gidiş... gidene kadar sıkı pazarlık kurmaya çalışma... annenin kulağındaki kulaklığı farketmeden hemde :)
olması gereken mutlu son...
anne kızını kreşe bırakır, bir arkadaşıyla buluşur, eve gelir...

atlanan detay ise,
anne korkunç bir baş ağrısıyla sıkı kanka olur... farketmemiştir ki, kulağındaki kulaklıkta bir müzik çalmıyordur, kızının tüm söylediklerini duymuştur... ve başında beliren ağrı yorgunluk değil, kızını araya giren haftasonunda okulunu unutmaması için birkaç saatliğine bıraktığı kreşin yan etkisi olan vicdandır... ve bu ne acıdır...
akşam kız eve gelir... anneye sarılır... bulut dağılır, pembe kalpler dolar evin içine...
acı demiştim dimi az önce... hay Allah dilim sürçtü heralde...

17 Şubat 2010 Çarşamba

hayaller de genetik midir?

renkli günlerimiz başladı sanki... kreşten gelir gelmez bıdı bıdı, anlatıyor sürekli... koltukların tepesinde zıplayarak, saçlarını savura savura...

bugün okulla birlikte gittikleri tiyatroydu konumuz... palyaço varmış oyunda... büyüyünce palyaço olmak istediğini söyledi. ama oyuncu olmak, sahneye çıkmak istemiyormuş... o suratını boyayıp çocuklara bişi öğreticekmiş...

çocuklara bişi öğretmesi için palyaço olmasına gerek olmadığını anlattım ona... "öğretmen mi olıyım" dedi hemen... "önce ben söylerim, sonra çocuklar aaaaa, beeeeee, ceeeeee derler" dedi... sevindim...
büyüyünce balık tutmak istiyormuş... ama balıkçı olmak istemiyormuş... bazen balık tutmak, bazen balık yemek istiyormuş... :)

biraz daha büyüyünce de, araba kullanıp her yeri gezicekmiş...
peki dans etmek istermisin büyüyünce dedim, istemezmiş...
paraşütle uçmak istiyormuş ama bunu sadece erkekler yaparmış... bir önyargıyı kırmak için kendimi seve seve feda edebilirim aslında... kızıma rol model olmak için uçmak... yani sadece kızım için... çocuk bilinçli yetişsin yeter ki :)
futbolu da sadece erkekler oynarmış... bu önyargı belki biraz bekleyebilir... uçmak daha cazip :)
bugün dergide gördüğü matkabı tanımlaması gülümsetti beni... o çocuk dünyası nasılda basit algılıyor gördüğü herşeyi... geçenlerde bir arkadaşımızın evine gittiğimizde, arkadaşım anahtarı evde unuttuğu için çilingir çağırıp kilidi değiştirtmiştik matkapla... Derin matkabın bir kapı açma makinesi olduğunu düşünüyor... oysa söylemiştim ne olduğunu... ama o nasıl gördüyse öyle algılamış... komik :)
eee okuduk o kadar başlıkla ne alaka diyecek olursan... ben hep uçmak istedim, delice gezmek ve hayatımın bir döneminde de öğretmen olmak... şimdi kızıma bakıyorum... belki ilerde benim gibi dans etmeyi de isteyecektir... parmaklarını türlü türlü şekillere sokup, bişeylere benzetmeye çalıştığı gibi, ilerde belki bişeyler tasarlar, belki bir ev yapar, belki de küçük bir toka... ne olduğunun önemi yok... ben onun beyin kıvrımlarında kendi hayallerimi görüyorum... korkuyorum o yaşayamadığı hayatı, çocuklarına yaşatmak isterken, iyi bişi yapıyım derken, çocuklarını yarış atına çeviren ailelere benzemekten... ama elimde değil, kızım büyüdükçe "ben" oluyor... görmezden gelemiyorum...
kimbilir belki birlikte yaşarız ortak paydamız olan hayallerimizi... ben ona ders çalıştırırken, o yaşlılığımdan dolayı korkarsam eğer tutup elimden uçurur beni... belki birgün birlikte maç yaparız, futbol değil belki ama basketbol olabilir... yada balığa gider, tuttuğumuz balıkları eve dönerken salıveririz denize... sonra balıkçıdan ikimize kadar balık alıp afiyetle yeriz evimizde... hem belki bunları yaptığımız zaman yeterince büyümüşse, birde küçük açarız yanına... o sevgilisini anlatır, ben ağlarım :)
onun büyüdüğü vakit, ben durdursam zamanı olmaz mı? kaçırmasam hayallerimizin gerçekleştiği anları... o coşkuyu onun gibi yaşayacak kadar sağlam olsa o zaman kalbim, bedenim... geç kalmasam onun gençliğine... olmaz mı???

düne kibrit kutusu, bugüne clutch... gülümsüyorum...

zaman yönetimi konusunda çuvalladığımı anladığım 2 gün geçirdim... Derin'siz bir eve alışmak, tüm günün bana ait olması sanırım şımarttı biraz beni... baksana adapte olmuş da şımarmışım bile... :) ama hala kahvaltım boğazıma diziliyor... tabi diğer öğünlerde :)
alışıyoruz... alışmak zorundayız... bu cümleleri söylerken sesim kendime nasıl yabancı geliyor bi bilsen...

kendimi oyalama çabalarım var elbette... kızım yok diye sepet gibi evde oturmıycam tabiki...
geçenlerde bir aktiviteye katılmıştım. kelebek atölyesi'nin düzenlediği kibrit kutusu süsleme ve hediye etme etkinliği... tek tek bakıyorum bloglara insanların yaratıcılığı karşısında hasetleniyorum...

benim kutum buydu... tabi gönderi yaparken, içindeki şeker değişti ve küçük bir hediye eşliğinde yol aldı haydins'e doğru...
veeee bana gelen kutu... yetenekli hatun Haydins'den....
tamda gününde ulaştı, dün... (böyle zamanlarda evrene gönderdiğim sinyaller çok güçlü oluyor sanırım) ağlak ağlak dolanırken evde, içinde bi dolu güzellikle konuverdi masama... nasıl sevindim tahmin edersin...
dün ben böylesine mutlu olmuşken, genlerimde var olan vicdan aktive oldu ve bugün kızımı eve geldiğinde karşılarken, bir sürpriz hazırlığına girmem gerektiği emrini verdi bana... (ne zaman vazgeçicem uzun cümle kurmaktan)
biliyorum Derin için hiç uygun bir çanta değil... ama onun mini mini boya kalemleri, uyduruktan rujları, tokaları için yeterli ebatta... üstelik cici bici... ağzımın suyunu akıta akıta baktığım hesionka'nın çantalarından sonra, ben kullanamam bari kızım nasiplensin diyip, oturdum diktim... kumaş falan değil hee, bildiğin şeffaf dosyanın içine yerleştirilmiş defter kaplama kağıdı... :)
başta kurduğum cümleyi şöyle bir okuyunca, yok yok çuvallamadım zaman yönetiminde diyorum şimdi... dimi ama... baksana hem ev temizliği, akşama yemek, kıza çanta, yarınki misafirlere hafiften bir hazırlık... eee kendime ne yaptım? peşin peşin konuşma Duygu... yok yok daha olmadım ben... zamanımı iyi kullanamıyorum. bütün dünyaya yettiğim gün, olmuştur bu iş :)
o zaman ben uçanzi...

16 Şubat 2010 Salı

soğuktur oralar evladım, sıkı giyin desem, tam olacak yani...

böğrüme oturan boğa nefesimi kesiyor... çocuğunu gurbete yollayan anneler gibiyim...
nasıl olmam? okullu olduk biz...

ilk günümüz, benim bekleme salonunda stres altında çay içmem, Derin'in ipleri salınmış kuduruklar gibi yuvanın altını üstüne getirip, ayak basılmamış yerleri keşfetmesiyle geçti, arkadaşları uyanana dek...

çocuklar uyanınca da asıl şenlik başlamış oldu... o an öğretmenlerini çok kıskandığımı itiraf etmeliyim... bekleme odasında duyduğum sesler, sorulan sorular, her yere tren olup şarkı söyleyerek gitmeleri, değişik isimli çocuklar, Derin'i tanımaya çalışmaları, uzaktan izlemeler, saçına bakmalar, kıyafetini incelemeler... hepsi öyle keyifliydi ki... öğretmenleri de en az çocuklar kadar eğleniyorlardır eminim...

yakın zamanda konuşmasında farklılık olacak sanırım... çünkü bir tane Ege'miz var, Derin'in sınıfında... ve "hey dostum elini omzumdan çekersen iyi edersin" şeklinde hollywood replikleri atarak konuşuyor. tam artist...

sınıftaki erkek popülasyonunun fazlalığı Derin'in arkadaş çevresi için olumlu bir örnek olacak umarım...

ilk günü oyun, eğlence, ikindi yemeği, harala ve gürele telaşlarıyla bitirdikten sonra serviste tüm arkadaşları ve görevli bayanımızla birlikte Derin'i yarın tekrar okuluna gideceği, artık ağlamaması gerektiği konusunda ikna etmeye çalıştık... ve inan bu çok zor oldu... gece uyurken bile ben arkadaşlarımdan ayrılmak istemiyorum diye böğürdükçe, kendimden nefret ettim.. yahu benim veremeyipte orda bulunca böyle delisi olduğu ne olabilir ki, diye sormadan edemiyorum. cevabını adım gibi bildiğim halde...

ilk günü atlattık... bugünde bir arıza çıkmazsa "iyidir iyi" diyicem...
yalnız arıza beklediğim Derin değil... biliyorsun dimi... bizzat benim...

yahu hayatıma lezzet katan kızımmıydı benim ki, bugün çayıma şekeri boca etsem de tat alamadım, reçel tuzlu gibiydi...
gidiyim de bir elmo cd'si açıyım tv'de bari... yanıma da bir kağıt mendil kutusu... bugünü özlem duyduğum kızıma adıyorum... fırk fırk!!!

9 Şubat 2010 Salı

anne, neden bilmiyorsun dediği için, ansiklopedilere gömüldüm...

sorular bitmiyor...
cevabı bilen parmak kaldırmasın, bir zahmet yorum yazıp beni de aydınlatsın,
soru şu;

ANNE, DÜNYANIN IŞIKLARI NERDEN AÇILIP KAPANIR?

not: misafirim var, perşembeye kadar yokum... sen cevabı bulmadan ben gelmiş olurum :)

5 Şubat 2010 Cuma

tamamen Bilun Design...

yahu ben bu hatuna hayranım...
bloğunu o kadar çok ziyaret ediyorum ki, her ürünü adım gibi bildiğime eminim...

bu yaptığım da onun eseri, diğer yüzlercesi gibi hayran hayran baktığım...
ne kadar özgün çalışmışım değil mi? kopyalamanın gözünü çıkartmışım resmen... :)
ama onun kadar başarılı değilim tabi. bükemediğim bileği öpmesini bilirim... ki zaten bükmek gibi bir gayem yok.. sadece çalışmalarını çok beğendiğim birinin hünerlerini, buraya gelenlerle paylaşmak istiyorum...


yaratıcılığının hiç gitmemesi dileğim ve en içten sevgilerimle...

2 Şubat 2010 Salı

işte bu yüzden artık kızımı kreşe göndermeliyim...

bende istiyorum fotoğraf penceresinden hayata bakan, nice marifetleri elinde tutan Ceyda hatunu gibi taçlar yapmak, yaratıcı kişilik Edi gibi en kral paylaşımlarda bulunmak, çılgın kız Hesionka'nın kıvamına azıcık erişebilmek... ve sayamadığım daha nice hatun kişilikler gibi el becerilerinin canına okumak...
ama...
önce yere göğe sığamayan kızımı, nasıl çıktığını bilemediğim dolabının tepesinden indirmeliyim...
Deriiiiinnn gel yavrum bak Kinder Çikolata aldım :)